Sivas katliamı sonrasında, hayatımın en kalabalık kitle gösterisine tanık olmuştum. İkiyüzbin insan, ikiyüzbin yürek aynı anda haykırıyordu sloganını, yer gök sarsılıyor(muy)du. “Susma sustukca sıra sana gelecek.” Sıra tek tek geliyordu, Gazi Mahallesi’ne de geldi. Yetmedi, “ya sev ya terket” de geldi, biz hala sıra sana gelecek derken, iktidara geldiler ve devlet suçluları hala yargılıyor. Mahkeme kararı veriyor, verilen idam (İdam cezasına karşı olduğumu belirteyim, çünkü idam cezasının caydırıcılığının olduğuna inanmıyorum) kararları, her seferinde Yargıtay tarafından bozuluyordu. Gerici güçler bu süreçten karlı çıkmışlardı. Dostlarımı kaybetmiştim. Bilememiştim, iki yıl sonra Gazi Mahallesi’nde bir başka biçimde de olsa, ikinci kez dostlarımı kaybedecektim. Gerçek katiller yine yakalanamayacak, ellerini kollarını sallayarak gezecekti. Bu cinayetler ilk değildi, geçmişte Maraş’da, Sivas’da, Çorum’da yapılanların bir başka biçimde hayata geçirilişiydi. Sivas, ikinci kez bu biçimde gündeme geliyor (getiriliyordu). Madımak Oteli’nin yakılması ile burada bulunan aydınların hepsinin öldürülmesi hedeflenmişti. Kısmen de olsa başarılı oldular. Behçet Aysan, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci ve arkadaşları, çıkarılan provokasyonlar sonucu gericiler tarfından katledildiler. “Kör oldum!” Ölümün bu kadar kalleşce olacağı hiç aklıma gelmemişti. Herşey olabilirdi ama böylesini beklemiyordum. Nasıl bir provokasyondu ki, insanlar kitleler halinde otele saldırıp, insanları diri diri yakmak istemişlerdi, bir türlü aklım almıyordu. İnsanların bu kadar barbarlaşabileceğini bir türlü kabullenemiyordum. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, kabullenmek de istemiyordum böylesi bir ölümü. Hem Gazi, hem Sivas provokasyonu, Türk tarihine kara bir leke olarak geçiyordu. Bir çok yere anında müdahale etmekle övünen TC (!), nedense ancak olaylar bittikten sonra girebilmişti olay yerine. İki günlük sokağa çıkma yasağı ilan etmesi, toplumsal tepkinin önünü kesmek için koyulmuştu. Yoksa olayları bitirmek için değil. Zaten olaylar bitmişti, provokasyon istenilen sonucu vermemiş olmalıydı ki, devlet başka oyunlar peşindeydi ve sonuç almak istiyordu .
Görgü tanıkları başka şeyler anlatıyor, devlet ise başka şeylerden bahsediyordu. İnanmak istiyorduk ama inandırıcı şeyler söylenmiyordu. Dolayısıyla yedi yıl sonra, Sivas’daki dostlar yüreğimizde kanayan bir yara olarak varlığını koruyor... “Sizin hiç babanız / öldü mü / benim öldü / kör oldum”( C. Süreya). Bizim dostlarımız yedi yıl önce öldürüldü, toplum olarak kör olduk, sağır olduk; her halde, biraz da vurdum duymaz olduk. Görmek istemediklerimiz gelip bizi her seferinde vurdu.
“Varlığımızla yaşadı, çoğaldı bu toprak. Sahte ışıkların altında, bir hiç gibi göründü bunca zaman bizlere. Gözlerimiz uzak okyanuslar düşler oldu. Ve ışıklarınız şeytanların hileli okyanusuna uzanan nehir koları olup, kandırdı yol göstericiliğin uydurma güneşiyle bizleri. Kimliksizleştirdi. Ve şimdi yine suya döküldük. Sayımız yüz, beşyüz, bin, üçbin belki. Umutsuzluğun eşiğinde, doğal bir sürgün bizi Güneş Ülkesi’nden, ülkemizden koparıp uzaklaştıran.”
Özgür Politika gazetesi 03.07.2000
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder