22 Ağustos 2011 Pazartesi

Mezar düşmanları ve Can baba

AKP Datça İlçe Başkanı’nın, Can Yücel’in mezarına sevenlerinin şarap dökmesini protesto etmek için yaptığı yazılı açıklamada “Kimsenin içkisiyle uğraşacak değiliz. İstedikleri kadar içip istedikleri kadar sarhoş olabilirler. Ama bunu yaparken milletimizin inançlarına, geleneklerine, manevi duygularına küfretmeye, hakaret etmeye kalkışmalarına da sessiz kalacak değiliz’’ açıklamasının ardından, birileri kendine vazife çıkarmış olacak ki şairin mezarı, balyoz darbeleriyle parçalandı.

Şiire, şaire bile tahammül edemeyen bir zihniyet, önce sokaklardan masaları yavaş yavaş kaldırarak, sonrasında, sokak çalgıcılarını sokaklardan toplamaya-tekmelemeye; ardından filmleri yasaklamaya kadar vardırdı işi. Düne kadar hoşgörüden dem vuran iktidarın, takiye yaptığı gün gibi ortada. Takiye yaptığının hasıraltı edilmesi mümkün olmayınca da AKP istediği açıklamayı, partilileri aracılığıyla kamuoyuna ihtarname gibi duyuruyor. İktidar olduğu günden beri Kürt sanatına ve sanatcısına her türlü baskıyı reva görüyordu.

Bu saldırıyla birlikte Türkiye’de sanata ve sanatçıya hangi gözle bakıldığı, hoşgörü, diye açıklanan şeyin ne menem şey olduğu da gözler önüne seriliyor. İktidar bir yandan kendi Kürdünü, kendi sanatçısını, kendi sanatını, hatta kendi muhalifini yaratmaya çalışırken; diğer taraftan, her türden ciddi muhalif sanatı ve sanatçıyı ölmüş bile olsa hedef konumuna getirmekte sakınca görmüyor.

Yeni Şafak gazetesi gibi iktidar yanlısı gazetelerde köşe başını tutmuş profesör etiketli yazarların, tahammül, dedikleri şey böyle olsa gerek...

Olayın sosyolojik yönleri olmakla birlikte, kendilerini İslamcı aydın olarak adlandıran çevreler, bir yanda lüks otellerde verilen iftarlara tepki gösterirken; diğer yandan da hemen yanı başında yaşanan savaşa kayıtsız kalma ikiyüzlülüğünü gösterirler. Kürt sorununa dokunmanın kendilerini yakacağını bilmelerinden olsa gerek, suya sabuna dokunmamanın zavallı bir yansıması olarak adlandırabileceğimiz, iftar partilerini yalandan protesto edip, yeniden bol şenlikli iftar partilerine canı gönülden koşmaları, her bakımdan, manidar ve sorgulanmaya değer bir durumdur.

Mezarında bile rahat bırakılmayan şair!

Acaba Can Yücel bu durumu görseydi, ne der, ne yazardı? Yoksa şu şiirle mi karşılık verirdi:

yerin seni çektiği kadar ağırsın,/kanatların çırpındığı kadar hafif. kalbinin attığı kadar canlısın,/gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç/sevdiklerin kadar iyisin,/nefret ettiklerin kadar kötü./ne renk olursa olsun kaşın gözün,/karşındakinin gördüğüdür rengin/yaşadıklarını kar sayma:/yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,/sevdiğin kadardır ömrün/gülebildiğin kadar mutlusun./üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin/sakın bitti sanma her şeyi,/sevdiğin kadar sevileceksin.

Mezarında söylecek sözü olanlardan korkan bir toplum yaratan iktidara söylenecek son söz. Şiiri argoya, argoyu da şiire kazandıran şair, sen rahat ol. Yarım kalan sözü söylecek birileri hep olacaktır.

Dursun Kazan

Özgür Gündem

‘Suikast’

Amerika’nın kuruluşuna odaklanan ‘Suikast (The Conspirator)’, yakın tarihimizde yaşanan birçok olaya yön veren gerçekliği beyazperdeye taşıyor.
Alternatif sinemanın önemli temsilcilerinden Robert Redford’un yönettiği ‘Suikast’ filminde Evan Rachel Wood, James Mc Avoy, Alexis Bledel, Robin Wright ve Justin Long gibi oyuncular rol alıyor.
‘Suikast (The Conspirator)’, Amerikan iç savaşı sonrasında Abraham Lincoln’in suikastla öldürülmesinin ardından kurulan düzmece bir mahkemede yargılanan masum bir kadının öyküsünü anlatıyor. Geçtiğimiz hafta birçok ülkede vizyona giren ‘Suikast’, mutlaka olmasa bile izlenmesi gereken bir film. Film, Almanya‘da ise 29 Eylül’de sinemalarda olacak.
 Filmde ABD’nin kuruluş yılları ve Kuzey - Güney savaşı yine izleyici karşısında. Ansiklopedik bilgilere göre 1865’te, “Güneyli general Lee’nin, Kuzeyli komutan Grant’e teslim olmasıyla sonlanacak olan Amerikan iç savaşının son günleri. ABD Başkanı Abraham Lincoln ise avaşın sonlanması için yapılan kutlama gecesine katılmak yerine eşiyle birlikte Washington’daki Ford Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Amerikalı Kuzenimiz’ adlı oyunu izlemeye gider. Lincoln, oyunu izlerken suikastta uğruyor. Vurulan ABD başkanı ertesi gün, 15 Nisan’da hayata veda ederken, eylemi düzenleyen John Wilkes Booth ise 12 gün sonra Virginia’da kıstırıldığı bir samanlıkta yakılarak öldürülüyor. Bir kısım insan da suikastçıya yardımdan dolayı tutuklanıyor. Tutuklananlar içinde suikastçılara yardım ettiği iddia edilen Mary de vardır…”
Yönetmen Redford’un ‘Suikast’ filmi, bu tarihsel arka plana göre şekileniyor. Amerikan adaletinin aradan geçen zamana rağmen çok değişmediğini söylersek çok da yanılmış olmayız. Guatanamo, Ebu Garip ve birçok yarde ki yargı işkence olaylarında olduğu gibi... Her neyse biz filme geri dönelim.

Tarihten günümüze kalan adalet!

İntikam duyguları üzerine kurulmuş düzmece bir mahkemede yargılanan pansion işletmecisi olan Mary Surratt’ın hayat hikayesi üzerine kurgulanmış. Tarihsel doğrularla iç içe baktığımızda eldeki bütün delillerin belirsizliğine rağmen Mary Surratt’ın ölüm cezasına çarpılması ve idam edilmesi, (Amerika’da asılan ilk kadın olması bakından da ilginç) adalet adına adil olmayan bir hukuksuzlukla güneyli bir kadın derdest edilip tutuklanıyor. Daha sonra ölüm cezasıyla yargılanan Mary (Robin Wright), trajikomik bir biçimde, Lincoln’ın yanı sıra başkan yardımcısıyla dışişleri bakanına karşı da suikast düzenlediği de ayrı bir iddia.
Yönetmen Robert Redford bir yüzyıl geriye giderek bugün ki adalet anlayışını sorguluyor. Aradan geçen onca zamana rağmen iktidarların adalet anlayışları adil olmaktan çok intikam duyguları üzerine inşaa etikleri gerçeğiyle seyirciyi karşı karşıya getiriyor.

Aciz bir adalet anlayışı...


Yargılanan Mary’nin savunmasını, sonradan gazeteciliği seçmiş olan ve kuzeyli bir savaş kahramanı olan teğmen-avukat Frederick Aiken (James McAvoy) üstleniyor, gönülsüzce de olsa. Kadının olayların içinde olabileceği ihtimali olduğundan davaya başlarda ön yargılarıyla yaklaşıyor Aiken. Ancak sonradan olayların göründüğü gibi olmadığını anlayan Avukat Aiken, bireyin savunma haklarının askeri savcılar tarafından iktidarın istekleri tarafından nasıl şekilendirildiğinin farkına vararak, gerçekten sanığın suçlu olup olmayacağı gerçeğini sorgular. Sorgulamaların ardından aciz bir adalet anlayışını gözler önüne sererek, iki yalancı tanığın düzmece ifadelerini çürütüyor. Ama insan ‘hey hayat’ demekten kendini alamıyor!
Tarihsel gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalan, senarist James Solomon, filmin kurgusunu sağlam bir temele dayandırmış.  Yönetmen Robert Redford ise insanı etki altında bırakacak bir film yapmış. İçeriği bakımından Türk yargı sistemiyle bağlantı kurararak izlenmesi yararlı olur kanahatindeyim. ‘Suikast’ı kesinlikle kaçırmamalı. Adalatin bir gün herkese lazım olabileceği akıldan çıkarılmamalı.


The Conspirator
(Suikast)
Yönetmen: Robert Redford
Senaryo: James Soloman
Oyuncular: James McAvoy, Robin Wright, E.Rachel Wood, Justin Long...


DURSUN KAZAN


Yeni Özgür Politika

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Jazz, renklerin uyumu ve ırkçılık


Caz (Jazz) müziği her ne kadar 1880’lerde New Orleans’ta gelişmeye başladıysa da aslen kökeni Afrika’dır. Köleciliğin yaygın olduğu dönemlerde Amerika’ya getirilen siyahlar buraya getirilirken kendi kültürel müziklerini de getirmişlerdir. 
Amerika’da köle olarak çalışırken tarlalarda söyledikleri şarkılar cazın temeli olmuş ve 1920’lerin başında New York, Los Angeles ve Chicago’da yapılan kayıtlarla son şeklini alıyor. O zamanlar birçok değişik akım cazın ortaya çıkışında yol gösterici olmuştur.
Bunlardan biri melodilerin ve akorların eşliğinde simgesel olarak özgürlüğe kavuşma çabalarıydı. Bu akım bugün doğaçlama olarak tanımladığımız olaya liderlik etmiştir. Bir diğeri ise siyahi Amerikalıların yarattığı blues ve ragtime gibi müzik türleriydi. Bütün bunlara rağmen;
Caz müziği, mavi notalar, senkop, swing, çoklu ritim ya da renklerin ve seslerin bir araya gelemesi ile; oluşmuş bir müzik türüdür. Eski Afrika ruhani törenler, blues ve ragtime ve batı dünyası geleneklerinin harmanlanması ile oluştu. 1940’lı yılarla birlikte Caz diğer müzik akımlarını etkilemeye başladı.
Caz kelimesinin kökeninin o dönemin argosundan geldiği düşünülmektedir. Önerilen anlamlar enerjik, ruhani ve titreşimdir. Genel olarak bakıldığında Caz’ın (Jazz) ruhunda ırkçılığa karşı duruş vardır. Afrika halk müziğinden beslendiği akım blues’dur.
Son bir kaç olayla birlikte Caz’dan bu kadar çok bahsedilmesine vesile olan Amy Winehouse ölümü ve İstanbul Caz festivalinde yaşananlardır.
İstanbul Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konser sırasında Aynur Doğan’ı protesto edenlerin Caz dinleyicisinin ırkçı ve şoven saldırısı, içinde ırkçı motifler taşımayan bu miziğin Türkiye semalarında renk değiştirip ırkçılığa kapı aralaması şaşırtıcı ve sarsıcı oldu. Oysa müziğin kendi ritminde ırkçılık olmamasına rağmen Türkiye ve benzeri ülkelerde zaman zaman anlamlarını aşıyor.
Neydi Caz ve neden Caz izleyicisi ya da dinleyicisi ırkçı olamazdı?
Nedenine gelince özellikle 1940’larda Sivil Haklar Hareketinde, yani ABD’de siyahların seslerini duyurmaya başladıkları dönemde yaygın olan caz ırkçılığa karşı duruşun sesi ve rengi olmuştur. Siyahi sanatçıların ve ırkçılık karşıtı müzik gruplarının birçoğu Caz müziği yapanlardı.
Aynur Doğan’ın İstanbul Caz Festivalinde Kürtçe şarkı okuduğunda gösterilen tepki, yıllar önce Miles Davis’e de gelmiş bu festivalde. Davis de seyirciye yan dönmüş, enstrümanını duvara bakarak çalmış, seyirciye bakmamıştı. Asıl tepkisi dinleyicilerin Caz dinlemektense Caz konserine gelmek için gelmiş olmalarıydı. Türkiye benzeri ülkelerde bu tür ekinlikleri birer siyasi ve toplumsal statü gibi görmeleri. İstanbul Caz Festivaline gelenlerin de bu mantık silsilesi içinde değerlendirmek gerek. ‘Entelektüel görünme’ çabası konser sırasında çok fazla gizlenmemiş, Aynur’un sahneye çıkması ile kendisini ırkçılık olarak dışarıya vurmuş. Asıl önemli olan bu ırkçı tavra gerçek Caz dinleyicisinin alet olmaması. Bir kaç cılız slogan dışında ırkçı dinleyiciyi konser alanında çıkarılmamış olması da tartışmaya değer bir durumdur.
Sinema, tiyatro ve müzik alanında Türk ırkçılığına karşı ciddi bir çıkışın olmaması Türk sanat dünyasının ciddi bir entelektüel bilinç yetersizliğinin bu yaşananlarda payının olduğunu bir kenara not etmeliyiz...
Kim söylemiş bilmiyorum, bir yerlede okumuştum; Kelimeler yazarın gerillaları gibidir, önemli olan nerede konumlanıp nasıl kullanıldığıdır. Müziğin ırkçılığa karşı konumlanışı yazarın kelimeleri gibi olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzdende konser sırasında orada olan diğer sanatçıların Kürtçeye ve Kürde karşı tahammülsüzlere verecekleri cevap, sahneye çıkıp seyirciye arkalarını dönüp Aynur’la birlikte şarkılarını söylemeleriydi. Bu eylem en azından okumuş cahillerin anlayacağı dil olmasa bile sanatçı duyarlılığının göstergesi olacaktı.
Renklere tahammül gösteremeyen okumuş cahillerin müziğin evrensel diline hakareti gerçekle örtüşmüyor olsa bile, Kürtçenin bu renge katkısı ve sanatın sadece Caz ya da diğer müzik akımlarının renklere, seslere duyarlılığı üzerinde toplumsal muhalefeti örgütlemleri mümkün olduğu gibi duvara karşı söylenecek şarkıların da olmasıdır. Caz gerçek anlamda bu görevi yerine getirecek sanat dallarından en önemlilerinden birdir.

DURSUN KAZAN


http://yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=735

Popüler Yayınlar