23 Haziran 2011 Perşembe

Alinti yazi Haram zade Oya Eronat

TAYLAN ESMER - ANFAnaliz / 09:40 / 23 Haziran 2011
AMED - Kürtlerin tüm zorlamalara rağmen bir mühendislik harikası olarak sandık sandık planlama yaparak Diyarbakır'dan 6 bağımsız milletvekili çıkarması ve ilk günlerde bunun yaşanan sevinci YSK kararı ile kursaklarında kaldı.

YSK kararının yarattığı öfke bir yana, herhalde Kürtlerin tarihe bir not düşerek unutmayacağı bir şey de Hatip Dicle'nin gece yarısı YSK tarafından milletvekilliğinin iptal edildiğini açıklaması ardından, dün adliye mesaisi başlar başlamaz avukatı aracılığı ile İl Seçim Kurulu'na başvurarak Hatip Dicle yerine milletvekili mazbatasını alan Oya Eronat'ın yaptığı densizlik oldu.

Oya Eronat'ın ismi 3 Ocak 2008 tarihinde Diyarbakır'da yaşanan patlamada oğlu Eren Şahin'i kaybetmesi sonrasında duyduğumuz bir isim.

Tüm Kürtlerin kınadığı, PKK'nin bile kendi dışında gelişen bir olay olarak değerlendirip özür dilediği bir patlama sonrasında Diyarbakır'a gelen Başbakan Erdoğan'ın kendisini ziyaret etmesiyle basının gündemine gelen bir kadın Eronat.

Basının gündemine "Çocuğunu yitiren acılı bir anne olarak" olarak geldi.

Ölüm her zaman acıdır ve düştüğü yeri yakar. Özellikle de anneleri.

Gerilla, asker, polis, sivil fark etmez.

Ölümü en çok yaşayan annelerdir çünkü.

OĞLUNU BIRAKIP GİDEN BİR ANNE

Acılı bir anne ve oğlu ile soyadının farklı olması nedeniyle, merak edip bu kadını sorduk o tarihte. Kimdir, necidir diye.

Ankara'da yaşıyordu o tarihte ve şimdi de Ankara'da yaşıyor.

Oğlunun Diyarbakır'da, annesinin ondan ayrı Ankara'da yaşaması garip geldi bize.

Biraz soruşturunca, oğlunu terk ederek ayrı yaşadığını, oğluna baba annesinin baktığını öğrendik.

Yani oğlunu bırakıp giden bir anne.

Oğlu ölünce de kameralar karşısına çıkıp cenazesinde boy gösteren, orta vadede bundan 'vekillik rantı' sağlayan bir anne...!

AKP, oğlunun ölümü üzerine ona bir görev vererek Diyarbakır'dan 6. sıra milletvekili adayı gösterdi. Aday gösterildikten sonra bir yandaş medyaya verdiği demecinde Diyarbakır halkının kendisini iyi tanıdığını, halka hizmeti görev bildiğini, AKP Yenişehir İlçesi'nde 'Tanıtım ve Medya Başkanlığı' görevini yürüttüğünü anlattı.

AKP Yenişehir İlçesi teşkilatını biliriz. Yenişehir semtinde oto galericilerinin bulunduğu cadde üzerinde kiralanmış bir dükkan. Seçim falan olmazsa, "in-cin top oynuyor" misali sıradan bir parti bürosu yani.

Hiç karşılaşmadık. Karşılaşsaydık soracaktık.

Bu Tanıtım ve Medya Başkanlığı görevinizi kaç kişi biliyor? Diyarbakır sizi nasıl iyi tanıyor? Kaç mahallesini, kaç Küçe'sini bilirsiniz? Ben u Sen'den Fiskaya'ya nasıl gidilir? Kaç yıldır Diyarbakır'dan uzak yaşıyorsunuz? Oğlunuz neden baba annesinde kalıyordu? Ama tanışmak ve sormak nasip olmadı.

BU ACELENİZ NİYE

Oya Eronat'ın ismini en son olarak dün duyduk. Oya hanım, YSK önceki gece geç saatlerde Hatip Dicle'nin milletvekilliğini düşürmesi ardından, dün mesai başlar başlamaz Ankara'da yaşadığı için kendisi değil avukatını göndererek Diyarbakır İl Seçim Kurulu'ndan mazbatasını aldı.

Yani sormak lazım Oya Eronat, bu aceleniz niye. Mal bulmuş mağribi gibi, densiz bir hırsız gibi bu çabukluk niye. Tek bir oyunu bile hak etmediğiniz milletvekilliği için bu sabırsız iştahınız niye?

Zerresini hak etmediğiniz bu vekillik için mesai başlar başlamaz avukatınız aracılığı ile mazbatanızı almayı neye yormak lazım?

Kimin malını kimden kaçırıyorsunuz.

Hatip Dicle Diyarbakır'da 80'bine yakın oy almış, halkın gönlüne taht kurmuş bir Amed'li.

Siz kimsiniz?

AKP adına meydanlara çıksaydınız, halk size kaç oy verirdi bunu hiç düşündünüz mü?

İNSAN BİRAZ UTANIR, SIKILIR, BU AÇ GÖZLÜLÜK NİYE

Oğlunuzun kanı üzerinden aldığınız daha doğrusu çaldığınız bir ranttır bu unutmayın.

Ne meclise, ne Diyarbakır'a, ne Türkiye'ye ne de hemcinslerinize layıksınız.

İnsan biraz utanır, sıkılır. Bu aç gözlülük niye?

Biraz bekleseydiniz. Hak etmediğiniz kişinin yerine meclise gitme planı yaparken bu acele niye. Kaçıyormuydu o hak etmediğiniz vekillik mazbatası. Kaç gün sonra yine alırdınız, ayakları yok ki mazabatanın kaçsın.

Türkiye burası. YSK, halen resmen milletvekili olan Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel gibilerinin de içinde bulunduğu milletvekili yapanların adaylıklarını reddeder seçimlerden önce. Bismil'de bir gencin kurban verilmesi, Kürt illerinde yaşanan protesto gösterilerinde onlarca kişinin yaralanması, yüzlercesinin tutuklanması sonucunda yaşanan çığ gibi tepkileri üzerine de tükürdüğünü yalayarak adaylıklarını onaylar.

Seçilince de yine bir punduna getirip Osmanlı oyunu ile vekilliğini elinden alır Hatip Dicle gibi. Hukuk mumuk hak getire yani.

HUKUK VE ADALET YOK

Hukuk ve adalet yok bunu iyi bilin. Ki, hukuk ve adalet olsaydı siz tek oyunu bile hak etmediğiniz halde gideceğiniz meclis için şimdiden Tayyör diktirmezdiniz.

Hatip Dicle'nin her isminin geçtiği haber bülteni, gazete yada dergi sayfası gördüğünüzde, Hatip Dicle'nin her fotoğrafını gazetelerde gördüğünüzde, 'bu vekillik benim hakkımdı' diyebilecek misiniz?

Ya da Hatip Dicle'nin ismini duyduğunuzda o gün yediğiniz ekmeğin, içtiğiniz suyun parasını hak etmediğiniz milletvekili maaşıyla aldığınızı düşünerek bir haramzade olduğunuzu düşünecek misiniz sayın "Vekilim"?

18 Haziran 2011 Cumartesi

‘İnsan kendinden kaçamıyor’


Zilan Odabaşı: Sırf ismimden dolayı çok zorluk yaşadım, ama hiçbir zaman kendimi saklama gereği de duymadım; çünkü ne kadar saklanırsan saklan, kendinden kaçamazsın, bir yerde gelip seni bulur.

Genç oyuncu Zilan Odabaşı, Yusuf Çetin’in yönetip oynadığı ‘Qirêj’ (Kir) filminde başrol oynuyor. 20 Temmuz 1988 Amed’de (Diyarbakır) doğan Zilan Odabaşı, ilk, ortaokul ve liseyi İzmir’de okudu. Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde oyunculuk eğitimi alan Odabaşı, Anadolu Üniversitesi Radyo Televizyon bölümünde eğitimine devam etmektedir. 2002 yılından itibaren pek çok dergi ve katalog çekiminde yer almış, bölgesel televizyonlarda bir dönem sunuculuk yapan Odabaşı, 2006 yılında itibaren oyunculuk hayatına başlıyor. 2010 Avon Yüz Güzeli yarışmasında 1. seçilen Zilan Odabaşı, sinema ve dizi oyunculuğu için iddialı.

Mart 2011’de vizyona girmiş olan, Ağrı’nın Bazîd İlçesi’nde çekilen ‘Qirêj’ (Kir) isimli kadın hakları ve koruculuk sistemi ile ilgili sinema filminde başrol oynamıştır.

‘Dizi oyuncusu olmak bir nevi suya yazı yazmak gibi bir şey’ diyorsunuz bir söyleşinizde. Sinema ile dizi oyunculuğu arasında belirgin bir fark var. Bu durumda duyarlı birinin dizilerde oynama şansı nedir?

Dizi günü-birlik olaylar üzerine kurulu basit bir olay örgüsüyle o an seyirci de çağırışım yapıp ertesi gün hemen akıldan kaybolabilen ve sistem olarak da çok sanatsal, estetik kaygı gütmeyen basit bir tür. Bir soruyla karşılık verecek olursam, örneğin, geçmişe dönüp baktığınızda unutamadığınız kaç dizi vardır? Oysa sinema ise bambaşkadır, bırakın bir sinema filmini hatırlamayı çoğu kez başarılı bir yapıtın tek bir karesi ya da bir karakterin bir karelik mizacı bile ömür boyu aklınız da kalabiliyor. Sinemanın ilk yapıtları beğenilerek izleniyor hala. Çünkü evrenseldir ve gelip geçici bir mesaja dayanmıyor, yaşama dair size acaba dedirtebiliyor, hareketlerinizi, tutumlarınızı yönlendirip değiştirebiliyor. Bu anlamda da sinema dizi vb türlerden ayrılarak daha bir nitelikli olarak kendini ortaya koyuyor. Söz uçar yazı kalır diye bir söz var. Dizi bu manada söz ise sinema da yazıdır.

Bir film her şeyden önce görüntülerin ve sesin bireşimidir. Kir (Qirêj) filmi böyle bakıldığında iyi kurgulanmış bir film olarak görüyor musun?

Herşeyden önce ben bir oyuncuyum, dolasıyla da oyuncu perspektifinde bir filme yaklaşma gereği duyarım. Filmin niteliğini öncelikle seyirci ve eleştirmenler değerlendirecek ve en doğru yargıya da zaten onları tutumlarıyla varılacaktır. Bizler de filmin niteliğini, üzerine yazılmış bir makale ya da gişesiyle öğrenmiş olacağız, Qirêj ya da başka bir film olur bu… Bir oyuncu olarak yer aldığım bir projenin başarısı doğal olarak beni mutlu edecektir. Qirêj’in de başarılı olmasını gönülden isterim. Ama başta da belirttiğim gibi buna otoriteler ve izleyici karar verecektir.

Amed Büyüksehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Kir (Qirêj) filmin galasında ‘’Temenni ediyorum ki, sizin aralamış olduğunuz bu kapıdan daha çok genç geçecek ve önemli eserler verecek. Böylelikle onurlu barışa sanatın diliyle de ulaşmanın çabasını ortaya koymuş olacağız” dedi. Sinama ve diğer gösteri sanatlarının barışa katkısı sizce nasıl olmalı?

Diğer sanatsal türler gibi sinema da barışçıldır ki sanatın özünde bu vardır, olmalıdır. Sinema önüne barışçıl bir hedef ve mesaj koymuş ise (ki bazen popüler yapıtlarda daha da şiddeti körükleyen bir şekil alıp önümüze çıktığını görebiliyoruz) bunu diğer sanat türlerinden daha etkili bir şekilde yapma özelliğine sahiptir; Çünkü sinemanın daha fazla kitleye ulaşma şansı var. Önünde dilsel, anlamda bozulma, sanatsal değer kaybı gibi sorunlar söz konusu değildir, mesajını en rahat veren sanattır. Kürt sorunu bakımında da barışçıl bir dili kendinde barındırdığını belirtmek isterim. Sinema özellikle de Kürt Sineması barışçıl bir mesajla derdini dile getirmeyi görev bilip daha fazla ürünle kitlelere ulaşırsa, Sayın Baydemir’in belirttiği hususa cevap olacaktır.

Sinemada, toplumsal değerleri öne çıkaran filmler yaparak, toplumu rahatlatmak mümkün olduğu gibi toplumun bilincini diri tutmakta mümkün mü?

Tabii ki. Bence tam bu noktada Fransız İhtilalini ve de onun sürükleyicilerini akla getirmek gerek. Yazarlar, ressamlar, heykel traşlar vs. Sovyet Sineması bu manada ait oldukları toplumun bilincini diri tutmayı onlara yol göstermeyi, gerektiğinde eleştirip yerden yere vurmayı görev bilmiştir. Eisnsteinler, Tarkovskiler bunları en iyi örnekleridir. Çek yönetmen Milos Forman hala bu manada en iyi örneklerden biridir, ana teması iktidarların dalkavuklukları ve birey üzerindeki baskıcı tutumlarıdır. Her izlediğim de üzerimde verdiği, iletmek istediği mesajdaki bilinç hep diri kalıyor. Ve iktidarlara sorgulayıcı, eleştirel bir gözle bakıyorum. Yaşadığımız toplum göz önünde tutarsak bence sinemaya büyük görev düşmekte, toplumun bilincini diri tutmakta önemli rol üstlenmelidir. Günümüz insan beğenisini ve teknolojiyi göz önünde bulundurduğumuzda bunu en iyi yapacak araç olarak sinema karşımıza çıkmaktadır.

Kürt oyuncu olarak baktığında Türkiye’de sokağı ve insanları hangi noktada görüyorsun?

Ben şuna inanırım sistem (devlet) insanları şekilllendirmekte büyük güç ve etkendir. Çünkü yaptırım vb güçleri elinde bulundurmaktadır. 30 yıl önceki İran’a ve bugünkü İran’a bakarsak bunu bariz şekilde görürüz. En son izlediğim filmlerden bir tanesi Milos Forman’ın Goya’nın Hayaletleri adlı filmiydi. Film bir ressam üzerinde Fransa’da geçmektedir ve ressamın dünyasından hareketle 30 yıl içerisinden 3 farklı iktidar ve ona dayalı sistem söz konusu olmaktadır. İktidarın benimsediği sistem doğal olarak filmde olduğu gibi insanlar üzerinde de sistemin gereklilikleri doğrultusunda hareket etme, şekillenme gerekliliğini doğurmaktadır. Aksi durumunda sistemin işleyişi için gerekli yaptırımlara maruz kalma durumu söz konsudur. Doğal olarak özellikle de Türkiye’nin batısı sistemin arzu ettiği gibi eğilim içinde olup ona göre hareket etmektedir. Eğer daha da açıp demokrasi, insan hakları gibi olgulardan hareketle bir değerlendirmede bulunursak maalesef bu konuda sokağın da karnesi doğal olarak sıfıra yakındır.

Sinema yapmak zor ve ciddi yatırımlar isteyen bir sanat dalı. Kürt sanatçı ve yönetmenlerinin yeterli olmamakla birlikte bazı ciddi çalışmaları var, bazı Kürt sanatçıları da bu işi ticaretini yapıyorlar. Size gelen projeleri neye göre değerlendiriyorsunuz, bir normu var mı?

Aslında bir değil çok normum var. Herkes gibi benim de bir hayat felsefem var. Bu hem aileden gelen normlar hem de deneyimlerimle edinmiş olduğum hayat felsefemin normları… Evet sinema ciddi ekonomi ve bilinç isteyen bir tür. Örneğin ben de bir gün yönetmen koltuğuna oturma arzusunu taşıyan biriyim. Şimdilik hem ekonomik hem de kıvam noktasında uygun değil, belki ileride hayata bakış noktamdan hareketle film yapma şansını elde ederim… Ticarete gelecek olursak; sanata ticari gözle bakan kim olursa olsun; ister yazar, ister ressam ya da müzisyen, sanatının sanatsal olarak önemli bir değer atfedeceğini düşünmüyorum. Sinemada da bu böyledir bu işin ekonomisini düşünüp film çekip de başarı elde etmiş bir yönetmene tanık olmadım. Yılmaz Güney, Fellini, Tarkovski…adını sayabileceğim nice yönetmen bu işe ticari olarak bakmamışlardır. Mozart’ın mezarı yok borçlu olduğundan dolayı kimsesizler mezarlığına gömülmüş ve kayıp şuan. Evet ekonomi önemli sonuç olarak ekonomiyle bu işler yürür, ama amaç olmamalıdır. Olduğu noktada toplumsallığını dolayısıyla da başarısını da yitirir. Bana gelince benim tercihim tabii ki de toplumsallıktır. Her şeyden önce bunu hayata bakış açımla yaparım, insanlığa en ufak katkı benim için en büyük ödüldür. Ancak dışımızdaki gerçekleri göz önüne bulundurunca samimice belirtmek isterim ki bana ters düşebilen ekonomik getiri sağlayan işleri de yapmaktayım. Sonuç olarak hayatımı bu şekilde kazanıyorum ve dışsal gerçeklikten bağımsız durumda değilim şuan itibariyle.

Genelde dışarıdan bakıldığında Dizi oyuncuları (Kürt oyuncular) kimliklerini saklıyorlar, sizce bunun nedenleri nedir?

Kişiler üzerinde konuşmak istemem, herkesin kendi bileceği, yaşam tarzı diyelim. Ama genel konuşursak Kürt kimliğinin Türkiye’de ki sıkıntıları ortada, kanımca bu sıkıntıları aşmak için bir bakıma zorunluluk hissediyorlar ve de kimliği dile getirmemeyi ya da gizlemeyi uygun görüyorlar. Bu konuda kimseyi hayıflamıyorum; çünkü ben sırf ismimden dolayı çok zorluk yaşadım, ama hiçbir zaman kendimi saklama gereği de duymadım; çünkü ne kadar saklanırsan saklan kendinden kaçamazsın bir yerde gelip seni bulur.

Kendinize bir zaman biçtiniz mi, şu kadar yıl sonra nerede görüyorsunuz ya da görmek istersiniz?

Zaman biçmek çok iddialı olacak, ama çok çalışıyorum. Oyunculuk olsun, dil olsun epey çaba sarfediyorum, tabi mutluluk duyarak çabalıyorum. Ama çoğu oyuncu gibi ben de başarılı bir filmde mesela, Cannes’da ödül almak isterim...

‘Kürt Sineması için Kürtçe öğrendim’

Hayalinizde Kürtlerin mücadelesini anlatan bir proje var mı?

Her gönülde bir aslan yatar, ama benim oyunculuğumu da göz önünde bulundurunca birçok aslan söz konusu oluyor. Çok projede yer almak tabii ki isterim. Büyük kederlerle, acılarla günümüze gelmiş Kürt halkının mücadelesini, trajedisini, arzu ve isteklerini dile getirecek yapıtlar beni mutlu edecektir. Kaldı ki Diyarbakır’da doğduktan sonra İzmir’de yaşadım ve annem de Türk. Ama ben sırf Kürt Sinemasının da bir parçası olup bu tür filmlerde de yer almak arzusuyla Kürtçe dil kursuna başladım. Ve Kürtçe’yi bu şekilde öğrendim, daha doğrusu halen öğrenme süreci içerisindeyim.

DURSUN KAZAN

Yeni Özgür Politika


http://www.yeniozgurpolitika.org/?bolum=haber&hid=70764

17 Haziran 2011 Cuma

Resimlerle ‘Sokaktaki Apoletler’

‘Sokaktaki Apoletler’ sergisinde buluşan ressam Serpil Odabaşı ve Nuray Akkol, “İktidar ilişkilerinin, iktidar dilinin olduğu her yerde apolet var” belirlemesinde bulunuyorlar.
Ressam Serpil Odabaşı ve Nuray Akkol, ‘Sokaktaki Apoletler’ sergisinde. Yunanistan’ın başkenti Atina’da 2 Mayıs’ta Nosotros’ta açılan ‘Sokaktaki Apoletler’ sergisi, gündelik hayatın her alanına yayılan faşizme göndermeler içeren çalışmalardan oluşuyor. Sokakta kendine yaşama alanı bulamayan “öteki”nin eve kapatılışı ve evde fişlenişi, aile içindeki iktidar ilişkileri, militarist dile uyum sağlamaya çalışan ötekinin uyum çabasına rağmen “öteki” kalmasıyla ilgili de çalışmalar var. Ressam Odabaşı ve Akkol ile ‘öteki’leşme, militarizm ve resmi konuştuk.

‘Sokaktaki Apoletler’ serisi fikri ne zaman çıktı?
Serpil Odabaşı; 80 darbesi olduğunda ben 5 yaşındaydım. O yıllar annemin kendini nasıl hırpaladığını izlemekle geçti. Ağabeyim o yıllarda Diyarbakır Cezaevi’ndeydi. Diyarbakır Cezaevi bütün vahşetini kente salmıştı. Günlerim genellikle ağabeyimin ya da annemim omuzlarında görüş günlerinde ağabeyimle, dayımla, amcamla görüşmeye çalışarak geçiyordu. 80 darbesi bizim ailenin de dağılmasına neden oldu. 27 Nisan E-muhtırası bir çağrışım zinciriyle gündemime düştü.

Bir baktım ki sokaktaki apoletler diye sıkıntılanır ve çalışır olmuşum. Çünkü o günlerde “ordu göreve” mitingleri yapılıyordu. “Sivil” insanların darbeye bu kadar hevesli olması beni dumura uğrattı her yerde darbeyi savunan “laikler” vardı ve gündelik yaşamım o ara çekilmez oldu.

Nuray Akkol; Türkiye’deki darbeler ve sonrasının izleri herkes gibi benimde nelere mal olduğu kolayca gördüğüm şeylerdi. Fakat özellikle özel alan ve iktidar ilişkileri üzerine yaptığım araştırmalarımda bu iktidar veya faşizan ilişki diye tanımladığımız ilişkilerin yaşamın tüm alanına yayıldığını görmem bu konu üzerine düşünmeme daha çok neden oldu. Sonrasında feminst kuramın bilgisinin katkısını da yabana atmamam gerekiyor. Bundan dolayı da özel alan ve iktidar ilişkileri üzerine doktora tezimi oluşturduğumda, iktidarın ailede görünme biçimi oradan bu sergiye de ailedeki iktidarın görünmesi apoletler biçiminde yansıdı. Sokağa dönen yüzüm ise uzun zamandır gündemimde olan bir konuydu. Hatta kullandığım meteryallerin çoğunu çok önceden biriktirdiğim nesnelerden seçtim. Resimlerimde kullandığım kurgular ise korokilerim ve taslaklarım bir biçimde hazırlanmış ve sonuçlanmamıştı. Herhalde böyle bir sergiyi beklemekteydiler diye düşünmekteyim.

Apolet sadece askeri yapı içerisindeki bir anlam mı sizin için?
Serpil Odabaşı; Benim için her yerde. İktidar ilişkilerinin iktidar dilinin olduğu her yerde apolet var. Yalnız ben yine de bu seri de apoletleri daha çok darbesevicileri üzerinde kullandım.

Nuray Akkol; Benim için de iktidar ilişkileri iktidarın olduğu heryerde var. Özellikle en korunaklı ve kutsal olduğu düşünülen ailede ve faşizmin sokaktaki savaş halinin yıkımı üzerine kullandım.

‘Sokaktaki apoletler’in ilk anlamı nedir?
Serpil Odabaşı; İlk anlamı “Ordu göreve” üzgünüm...

Nuray Akkol; Elbette ordunun ve iktidarın önde görünen cici ve arkada kalan görünmeyen yıkım kısmı.

Güncel olanla sanatı nasıl buluşturuyorsunuz?
Serpil Odabaşı; Türkiye’de gündem çok hızlı değişiyor ya da değişitiriliyor. Birini hazmedemeden bir diğer gündem hayatınıza giriveriyor. Bu nedenle uzun süredir tv izlemiyorum ve daha az gazete okuyorum. Çünkü kendimi koruyamıyorum artık. Öfkeleniyorum ve bu öfke çok anlamlı değil, dönüştürücü değil. Öyle uzay boşluğunda debelenen bir öfke. Yüzlerce iş yapacak kadar öfkeye sahibim çok şükür! Ben daha çok plastik anlatım dilini, boyayı yüzeyi kullanarak anlatmayı tercih ediyorum. Güncel olan ben istemesem de yüzeyime giriyor. 27 Nisan’dan sonra bu sergi projesi olmadığı halde sadece militarizm üzerine çalıştım. Gündelik hayatın her alanında egemen olan faşizm bir şekilde boyama yüzeyime malzeme oluyor. Çünkü başka türlüsünü bilmiyorum. Günümüz Türkiye’sinde oluşturulmaya çalışılan laik-antilaik saflaşmasında taraf olmayan olamayan sivil öznenin hallerinden özetler bu serginin ana konseptini belirledi.

Nuray Akkol; Güncel olana dokunulmadan sadece işin estetik keyif kısmıyla uğraşacak bir yaşama sahip olmadığımızı düşündüğümden, yaşamda benim gündemime giren noktalarda işler üretmeyi doğru buluyorum. Bunlarda gündemimize giren ve artık bıktığım yaşamda değişmesini istediğim şeyler olduğu için üzerine sözümü söylemek, çomak sokmak istiyorum. Bu topraklarda ve dünya da artık başka bir geleneğin yerleşmesi gerek. Hissettiklerim öfkelendiklerim üzerine çalışmak kendimi daha iyi ve samimi bulmamı sağlıyor. Bu benim için en önemli nokta. Hissettiklerim üzerinden güncel yaşama dokunmak bana iyi geliyor. Bunları yaparken fotoğraf... boya.. deneysel dil istediklerimi yapmamda daha etkili olduğundan şimdilik onları kullanıyorum.

Yaşanan sorunlar karşısında sözünüzü söyleyebildiğinizi düşünüyor musunuz?
Serpil Odabaşı; Sözümü söylemek evet önemli ama bütün alanlar kapatılmış. Ağzınızı açtığınız anda üzerinize beton dökülüyor. Bunu bazen size benzediğini düşünen “muhalif”ler yapıyor, başka birilerine gerek kalmıyor bazen! Şişkin egolardan kapatılmış alanlardan bir aralık bulduğumda sızıyorum ve söylüyorum evet. Milyonlarca civata var ben bir civata sıkıyorum.

Nuray Akkol; Elbette çok önemli. Bence sanat yapan bir insanın zaten söyleyecek bir sözü olmalı. Yoksa hele bizim gibi bir ülkede maddi manevi sürekli karşılığını alamadığınız bir şeyi yapmanın çok kandırmaca olduğunun düşünüyorum. Sözüm var evet, en iyi söyleyeceğimi bu araçla yapıyorum. Şimdi bu sözü söylediğimi düşünüyorum. Fakat bunun nekadarı ulaşıyor konusunda emin değilim ama beni ilgilendiren nokta samimi bir biçimde söylemek istemem. Gerisi ancak kendini sanat yoluyla doldurmak paylaşmak isteyen izleyiciye kalıyor...

DURSUN KAZAN



Serpil Odabaşı
1975’te Amed’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Amed’de tamamladı. 1995’te Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümünü kazandı. 1996-1999 yılları arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda araştırmacı olarak çalıştı. Bir kişisel sergisinin yanı sıra birçok karma sergide de yer aldı. Hala Bir Lisede Resim öğretmenliği yapıyor.

Nuray Akkol
Gazi Üniversitesi Resim Bölümünden mezun olup. Master ve doktorasını Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde yaptı. Doktora çalışması “özel alan ve iktidar ilişkilerinin plastik dilde kullanımı” üzerine verdi. 3 kişisel ve birçok karma sergi, bianelere katılımı var. Şimdi Çankırı Karatekin Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

http://www.yeniozgurpolitika.org/?bolum=haber&hid=32038
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

"Balkonda take düstü kel göründü"


AKP nin secim zaferi otuzların ortalarında Almanyada iktidara gelen Nasyonal sosyalist partinin zaferini hatirlatmaktadır. Hitler iktidara geldiği gün yaptığı konuşmada yoksullukla mücadele ederken kendileri gibi düşünmeyenleride kucaklayacağını söylemişti. Hitler ve Nasyonal sosyalist parti, diğer siyasi ğurupları, Yahudileri, çinğeneleri, Eşcinselleri nasil kucakladığını yakın tarihin tanıkları çok iyi bilmektedir.
Gelelim Adalet ve Kalkınma Partisi ve RTE nin, Hitler ve Partisi arasında ki benzerlikleri karşılaştırmaya; Hitler, Almanya'da I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Büyük Buhran'nın sonlarına doğru güç kazandı.
Erdoğan ise Türkiyenin içinde bulunduğu ciddi bir ekonomik krizin hemen ardından güç kazanmaya başladı.
Hitler Propaganda ve karizmatik bir dille, alt ve orta tabakanın ekonomik istemlerine ümit veriyordu;
Erdoğanda aynı yöntemi izliyor. karizmasını konuşturarak , Yoksul ve orta sınıfın istemlerini seslendirerek iktidarı elinde tutuyor.
Hitler bütün bunların yanısıra belli bir seviyede nasyonalizm, anti-semitizm ve anti-komünizm de sunuyordu.
Erdoğanda çok farklı bir yaklaşım sergilemiyor. Davosta wan (one) minute esprisinin ardında yatan gerçek bundan farklı değildir. Hitlerle arasında ki benzerlikler şaşırtıcı değil mi?
Hitler Ekonominin tekrar kurulması, yeniden silahlandırılmış bir ordu ve totaliter ve faşist bir rejimle; saldırgan emperyalist bir dış politika izleyerek Alman "yaşam alanı"nı genişletmek istiyordu.
Seçim akşamı Balkondan yaptığı teşekkür konuşması içinde Bosna, Fas, Sudan, Libya, Makedonya vb ülkelerin Erdoğanı nasıl beklediklerini ima eden konuşmasının ardından daha bir gün geçmeden Esadı son kez uyarıyoruz söyleminin satır aralarına gizlenen istem Saldırgan emperyalist dış politkanın başlangıcıdır.
Kürtler, Kralın çıplak olduğunu görmeyen Türkiye halkınada, bu seçimle birlikte Kralın aslında "anadan üryan" olduğunu da gösteren bir tutum sergilemiştir. Erdoğan Istediği millet vekili sayısını yakalamış olsaydı o balkondan yaptığı konuşma çok daha farklı olacaktı. Demokrasi bloğunun yoluna taş koymasını içine sindiremiyecek olmasının bir sonucu olarak Kürdistanda BDP secmenlerine bomba, gaz, jop ve polisi reva görüyordu.(Her firsatta savundugu kolluk kuvvetlerinin yaptığı bütün terör eylemlerinden erdoğanda sorumludur) Evet bir kez daha anlıyoruz ki seçim gecesi yapılanlar sistemin ve erdoğanın gelecekte kürtlere karşı takınacağı tutumun ve siyasi duruşun yine şiddet yine savaş olacağıdır...
Seçim sonuçları gösteriyor ki toplumun, en dinamik kesimi Kürtlerdir. Türk devletinin % 10 barajıyla Kürtleri frenleme gayretine Kürtler seçimlere bağımsız adaylarla gitmek zorunda kalmalarına rağmen 22 vekili var iken bu seçimle birlikte 36 yapmişlardır.Bu denli antidemokratik bir ortamda blok adaylarının almış olduğu sonuç bir zafer niteliği taşımaktadır.19 siyasi parti ve sivil toplum örgütünün bir araya gelerek oluşturdukları bu blok türkiye sosyalistlerininde kürt halkının haklı mücadelesinin yanında olduklarının samimi göstergesidir...
AKP Bu noktadan Baktığında en dinamik unsurun burası olduğunu görmek zorundadir. Türk devleti nezdinde, AKP nin Bunu çok iyi analiz etmesi gerekir. Bu aynı zamanda bir özgüven duygusunun kürdistanda yükseliş halinde olduğunu, kendine oy verme duygusunun güçlü olduğunu gösterir. Buna gözlerini kapayan, AKP ve Devlet barışı değil, savaşi istiyordur.
Türkiye gerçeğini bir fıkrayla tamamlamak çok doğru olacaktır. Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler... Her biri başka yöne gider. Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür. Beygir merakla sorar: 'Nedir bu halin inek kardeş?' İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır: 'Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.' Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: 'Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.' İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır. İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde sorarlar, 'Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?' Eşek keyifli bir şekilde anlatır: 'Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim...''Eee, sonra ne oldu?' 'Ne olacak beni başkan seçtiler!''Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?' 'Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar 'Seninle gurur duyuyoruz' diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!' 'Pekıi, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?' 'Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!'
Diğer yarısına anlatmanın telaşını her daim içlerinde hisedecek birileri hep vardi ve var olacaklardir...

Dursun Kazan

11 Haziran 2011 Cumartesi

Katharizm

"Hepsini öldürün. Tanrı kendi kullarını ayırır."
"Kıyamet gününü bekleyen gafiller daha çok bekler."
- Dursun Kazan

"Kılıçlarından kan damlayan kuzeyli Baronlar, zırhlarını şakırdatarak, geldiler, Başpapaz Amaud Amaury'nin huzurunda dizvurup sordular: Kathar sapkınları çoluk çocuk Beziers katedraline sığınmış. Onları korumak isteyen dini bütün halk, Katoliğiyle, Yahudisiyle aralarına karışmış, Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız Peder.

Katharlar üstüne haçlı seferlerini Roma adına yöneten Başpapaz yanıtladı: "Hepsini öldürün. Tanrı kendi kullarını ayırır." (22 Temmuz Biziers Katliamı)

Uygarlığın tarihi sanıldığı kadar kolay yazılmadı. Uygarlık tarihinde kan var, acı ve gözyaşı var. Aydılanma Tarihi'nin ateşi yakılırken, insanoğlunun aklının aydınlanması ise çok daha sancılı olmuştur.

Gecenin karanlığı ancak küçük küçük ateşlerle aydınlandı. Kimi zaman tan yeri aydınlanıyor sandı insanoğlu. Umutlandı, yüzlerce kez hayal kırıklığına uğradı. İnanılmaz bir sabır ve inançla aydınlık geleceğin mücadelesini verdi. Karanlığın aydınlığa dönüşmesi için ne kadar zaman geçti diye sorarsınız? bunu cevaplamak güçtür derim size. Yeryüzünde iktidarı elinde tutanlar, düzenin devamı ve kuralların korunması için, İnsanlara buyurdular;

Katıksız itaat edeceksin, inanacaksın, karşı gelmeyeceksin, düşünmeyeceksin, yalnız ve yalnız verilen bütün emirleri sadakla yerine getireceksin. ¥ bunları yerine getirmeni istiyor. Ve Tanrı diyor ki: Her kim bu düzeni değiştirmeye kalkarsa, benim adıma katli vaciptir.

Oysa reel olan, Tanrılar ve dinler adına da olsa, kurulu düzenin değişiminden yana olanlar, Aydılanma çağının belirleyici öğeleri olmuşlardır. Aydılanma çağının belirleyici güçleri olan bu dinamikler, Reform devindiricisi oldukları kadar, İnsan düşüncesinin yol göstericisi olma şerefine nail olmuşlardır. Nasıl ki "Luther'in Roma'daki papa'ya kafa tutması, din adına olduğu kadar, akıl yolunun açılmasına yardımcı olmuştur." Luther bir öncü müydü? Elbette değildi. Luther'in öncesi de vardı. Sonuç neden ilişkisiyle açılayabileceğimiz nedenlerinden, halkalarından sadece biri diyebiliriz. ¥vardır. Hiçbir oluşum kendi omurgasını oluşturmadan varolamaz. Bütün oluşum ve eklemler, tarihsel gelişim seyri içinde kendini var ederler. Kathar Şövelyeleri de, acılı ve sancılı tarihimizin gözyaşlarıdır. Kanla yazılan bu tarihin inançlı birer meşalesidirler.

On ikinci yüzyılda doğan ve on dördüncü yüzyıla kadar Avrupa ve Asya'da etkisini sürdüren Katharistlerin, uğradığı baskı ve katliamları anlatmaya çalıştığım.

On ikinci yüzyılda güney Fransa'da etkili olan Kathar öğretisi, 1417'de asılan Şeyh Bedreddin mezhebinin öncelidir. Kathar-Bogomil-Bedreddin öğretisi arasında büyük benzerlikler vardır. Tam anlamıyla bir bağ vardır savı bilimselikten uzak bir yaklaşım olur. Bu akımlar arasında bir bağ kurmak ancak ve a ncak yetkin tarihçilerin işidir.

Başı kesilen, insanlığın gelmiş geçmiş en içli, en cömert ve sevgi dolu Katharlar'ın trajik öyküsüdür. Kathar öğretisini önemli kılan diğer bir olguysa Roma Kilisesi'nin Engizisyon ateşinin tarihde ilk defa onlar şerefine yakılmasıdır. Engizisyon yangınlarının üzerine onurla, yüreklilikle giden Katharlar'ın, Pirene dağlarında yaşadıkları insanlık tarihinin bir parçasıdır. Jeolojik olarak 93 milyon yaşındaki bu dağlar, geçmişte Katharlar'a yuva olmuştur. Dağların Midi Pirene, diye bilinen ve Ositanyaca konuşan Kuzeyli Baronların yaşadığı bu bölgede bulunan katharlar 40 yıl süren kanlı savaşlar sonucu tarih sayfasından silinmiştir. "İdam karşıtlarının kanı tarihde ilk kez 22 Temmuz'da aktı." On ikinci yüzyılda Ositanya bölgesinde binlerce yandaş bulan Kathar mezhebi üçüncü yüzyılda İran'da yaşayan Manes'in yaydığı, mankeizm öğretisindeki iyi kötü birlikteliğine dayanır. Karşıt düşünceler dengesi üzerine kurulu olan bu düşünce Hıristiyanlığın insanlar üzerine yüklediği tüm ödevleri yadsıyordu. Kathar mezhebine üye olanlar, bu akımın yayılıp gelişmesine yardımcı oluyordu. Kathar vatandaşı özgürdü, istediği gibi yer, içer, istediği kadınla evlenirdi. Yanlız Kathar rahipleri kesinlikle cinsellikten uzak, şiddete hiçbir koşul altında başvurmayan, vejataryan Kadın ve Erkeklerden oluşurdu. Kadınlar diyiyoruz, çünkü, tarihte kadınlar, erkeklerle eşit koşullar altında çok az mezhepte din görevlisi olabilmiştir. Katharları diğer dinlerden ayıran başka bir özellikse tarihteki ilk anti-militaristler olmalarıdır. Ölüm cezasına da karşı olan Katharlar, 40 yıl boyunca her türlü baskı ve işkenceye maruz kaldılar. Bütün yaşananlara karşın Katharlar yine de iyiliği güzelliği anlatmaya çalıştılar.

Katolik Kilisesi'nin içinde bulunduğu durum hem kötüydü, hem de kilise her geçen gün toplum nezdinde prestijini yitiriyordu. Roma'ya bağlı papazlar, insanları yasaklarla, günahlarla,cehennemlerle, şeytanlarla, korkuyla kuşatmışlardı. Halka yardım etmek yerine halkı soyan papazlar, her geçen gün daha çok zenginleşiyor, zengiliştikçe de baskı ve işkencenin dozunu arttırıyorlardı. Bu koşullar altında Katharların güç kazanmaması için sosyolojik ve psikolojik koşullar kendiliğinden oluşmuş oluyordu. Katharların kilisenin vergilerini red edişlerinin, sadece kilise için değil, feodal düzen için de tehdit oluşturduğu da görmezden gelinemezdi. Nihayet Roma, varlığını sürdürmek için, 1207 yılında harekete geçti. Ve 22 Temuz'da Bizers Kalesi düştü. Kana susayan Tanrı adına, o gün Bizers Kalesi'nde tanrının evine sığınan yirmi bin insan kılıçtan geçirildi.

Bundan yedi yüzyıl önce kadın erkek eşitliği, düşünce-inanç özgürlüğü, ortak mülkiyet tezini savunan; köleciliğe ve ölüm cezasına karşı çıkan bu öğretinin yayıcıları Engizisyon mahkemelerinde birer birer yargılanıp, Engizisyon ateşinde tütsülenerek Tanrı adına ruhları 'kurtarıldı.'

Oksitanya kendi dilini konuşan zengin bir ülkeydi. Uygar insanları, edebiyat ve müzik sohbetlerinin yapıldığı gelişmiş şatoları vardı ve henüz vahşiliğini, ilkelliğini aşamamış Paris'teki kral. Bu durum karşıtlıkmış gibi görünse de, o günkü koşullar göz önüne alıp din gibi bir faktörü de eklediğimizde, her şey olağan bir olguya dönüşecektir. Katharların kutsal kitabı, İncil'in yeni ve değişik yorumudur. Manes'in ikilik öğretisinin de etkisi olmuş mudur? Bunu tam olarak söylemek mükün değil. Ama büyük bir ihtimalle de, şu veya bu düzeyde etkisi olmuştur; daha sonra Balkanlar'da ortaya çıkan Bogamil ve Anadolu'daki Şeyh Bedreddin öğretisinde Manes etkisi daha belirgindir. Bütün bunlara karşın Kathar öğretisi Hıristiyanlığa daha yakındır. Üsa'yı tanrının sözcüsü olarak kabul etmelerine karşın, Üsa'nın mucizeler yaratmış olduğuna inanmıyorlardı. Ve Hıristiyanlar gibi puta, heykele, haça tapmayı da reddediyorlardı. "Babanı assalar onu asan tellere de tapar mıydın?" diye soruyorlardı Katoliklere. Katharlar mucizeye inanmaz; kıyamet, cennet ve cehennem gibi kavramları da red ederlerdi. "Beden için süreklilik yoktur. Ölürsün ve her şey yok olur." İsa dahil herhangi bir insanın dirileceğine aynı inançsızlıkla karşı geliyorlardı. Tartışmalarda Katolik papazlara "Kıyamet gününü bekleyen gafiller daha çok bekler" diyorlardı. Bütün bunlar göz önüne alındığında Kathar öğretisi o yüzyıllar için bir devrimdir. Mankeizm çizgisine yakın oldukları, iyiliğe ulaşan ruhun sonsuz bir güce dönüşmesini savundukları, öldürme eyleminden uzak durdukları, Engizisyon yargıçları huzurunda tavuk boğazlamayı kabul etmedikleri için yakılmış olmaları bile bu inancı saygıya değer bir olgu olarak karşımıza çıkartıyor. Kısmen Mankeizm ile Hıristiyanlığın sentezi olan Kathar öğretisi, kilise evliliğini de kabul etmiyordu. Katolik papazları da pezevenklikle suçluyor, evliliğin dinle bir ilgisinin olduğunu kabul etmiyordu. Evliliğin temelinin sevgide aranması gerektiğini söylüyordu. Doğal olarak biri günah işlerse bu onu ve tanrısını bağlardı. Kathar kilisesi toplum yaşamını sadece dinsel olarak değil, ekonomik ve sosyal olarak da yönlendiriyordu. Katharizm, toplumu bir komün gibi yöneten işsize iş, aça aş felsefesinden hareketle tarihte yerleşik düzene karşı çıkan bir hareketti. Uzlaşmacı ve şiddete karşı oldukları için Katoliklerle tartışarak sorunları çözmek istiyorlardı. 1204'de Aragon Kralı'nın girişimiyle kurulan Kathar-Katolik Uzlaşma Kurulunda, Papa'nın temsilcisinin savurduğu tehditler sonucunda artık Katharlar için ateşten gömleği giymenin kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştı. Katarlar hızla Pirene Dağları'na çekildiler. Burdaki kaleler, şatolar birer birer onarıldı. Kuzeyli baronlar Kathar Şövalyesi idiler artık.

"Bu topraklardan dışlanan,
horlanan tüm lanetlilere bir kent, bir barınak,
ekmeğimi, suyumu ve kılıcımı veriyorum,
varsın gelsinler."

Bu çağrıyı kendisi Kathar olmayan VilKont Trancavel yapmıştı...

Engizisyon çarkları dönmeye başlamıştı. Yakalanan her Kathar'a, önce işkence ile 'suçu itiraf ettiriliyor' sonra da meydanlarda kurulan odun öbeklerinde tütsülenerek ruhu temizleniyordu. Tek tek direnişlerle 1251 yılına kadar Kathar direnişi haçlılara karşı sürdü. Guillaume Belibaste'nin 1321'de yakılmasıyla Kathar öğretisi tarihin sayfalarına karıştı.

Ayr

Katharizm ya da Katarcılık (-okunuşu "katar"-) Ortaçağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı kısmındaki ülkelerde etkili olan bir tarikattır. Din tarihçilerinden bazıları bu tarikatı Hıristiyan tarikatlar sınıfına sokmaya çalışmışsa da, Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonukabul eden bir tarikattır.
“Kathar��? adı, sözcük anlamıyla arınmış anlamına gelir. Albigeois olarak da adlandırılan Katharlar’ın (Cathares) temel görüşleri şöyle özetlenebilir:

  • Ruhun dünyevi kurtuluşa ermesi için pek çok defa bedenlenmesi gerekir.
  • Ruhun kurtuluşunu maddi bağlardan kopma yoluyla aramak gerekir.
  • Nefis terbiyesi ruhun kurtuluş sürecini hızlandırıcı bir yoldur.
  • Dünyada düalite (ikilem) ilkesi geçerlidir.
  • Dünya’da Satan’ın (şeytanın) egemenliği hüküm sürdüğünden, Dünya yaşamı ötesinde bir cehennemden söz etmeye gerek yoktur. (Yani cehennem bizzat yaşadığımız kötülük dolu yeryüzü olarak kabul edilebilir.)
  • Kötülüğün kaynağı bedensel istekler, maddi hırslardır.
  • İsa Peygamber’in dediği gibi, mal mülk edinme kaygısı kaçınılması gereken nefsani bir kaygıdır.
  • İsa Peygamber Tanrı’nın oğlu değildir, o da hepimiz gibi, bir ruhtur.
  • Katoliklik boş inançlardan başka bir şey değildir.
Kilise ve krallık Katharlar’ı birkaç kez imha girişiminde bulunmuş ve bunu sonunda 13. yy.’da Haçlı orduları başarmıştır. 20.000 kişinin katledilmesi ve keşişlerin yakılmasından sonra, Kathar tradisyonu kısmen Trubadur’lar tarafından sürdürülmeye çalışılmışsa da, bunların yaymaya çalıştıkları öğreti de yine Engizisyon tarafından yasaklanmıştır.
Yüzyıllarca unutulmuş durumda kalan kathar öğretisi, 20.yy’da ünlü reenkarnasyon araştırmacısı İngiliz psikiyatr Dr. Arthur Guirdham’ın araştırmalarıyla yeniden gündeme getirilmiştir.


1997 Özgür Politika Dursun Kazan

Nazım Hikmet üzerine birkaç söz


Büyük yazarlar, edebiyat tarihlerinde derin ve değişmez çizgiler çizmekle kalmazlar. Onlar, bu tarihin yapı taşlarıdır. Çünkü insanlık tarihinin değişimine neden olan düşüncelerini eyleme dönüştürürler. Sosyal gerçekliği algılayan, yüreğinin derinliklerinde duyumsayan çok az yazar ve şair vardır. Sanat yapıtı gibi, sanatçı da yaşantısıyla bir bütündür.
Bir sanatçıyı anlatırken, onun yaşama bakış açısını anlamak için de olsa, iyi bir gözlemde bulunmak lazım. İçeriği boşaltılarak ele alınan sanat yapıtı ve sanatçı, çarpıtılmaktan kurtulamaz. Toplumsal duyarlılığı ile yazın dünyasında yer edinen ve bunun için bedeller ödemek zorunda kalan edebiyatçılardan biri de, 48’inci ölüm yıldönümünü geride bıraktığımız Nazım Hikmet.
Nazım’ı anlatan onlarca kitap, binlerce makale yazıldı. Ama büyük çoğunluğu gerçeklikten uzak, sübjektif yazım anlayışı içinde kaleme alınmıştır. Nazım’ın Türkiye edebiyatında kalıcı bir yere sahip olması, yazım anlayışındaki içerik, estetiksel kurgu, eylemsel değişimleri yaratmasında gizlidir. Hakkında bu kadar ipe sapa gelmez şeyin yazılıp çizilmiş olması, bu inançlı, kavgacı, sevgi dolu şairin dünyaya bakışının içeriğinin boşaltılmaya, anlamsızlaştırılmaya çalışılıyor olmasıyla ilintilidir. Çünkü sanatçılar, sosyal gerçekliğin aynaları oldukları, meteforlarla bu gerçekliği yansıttıkları için kalıcı olurlar. Oscar Wilde der ki; “Kimi sanatçılar soru sorar. Kimi sanatçılar da sorulmamış ve sorulamayan sorulara cevap verirler”. Nazım, biraz da sorulamayan soruların cevabı olmuş şair ve yazardır. Bu yanıyla Türkiye’nin Shakespeare’dir. Onu bu denli büyük kılan, yaşama bakışında, yaşamı algılayışında saklıdır. Büyük şair olmak kolay iş değildir. Kolay olmanın çok daha ötesinde bir duruşu ifade eder. Güzel olan nasıl kendini teslim etmeyip direnirse, sanatçının yarattığı o güzelim eserler de kolay ele geçmez. Etik duruş açısından da bu böyledir.
Nazım’ın slogancı, partizan sanat anlayışından uzak durmaya çalıştığını, toplumcu gerçekçilik anlayışı ve siyasal duruşuna denk bir yazım anlayışını geliştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Sanata dışarıdan müdadele ve yönlendirme, sanatçının fikirlerini, özlemlerini, anlatım gücünü ve sanatsal yapıtını özgül, duygusal estetikten boşaltır. Ki, toplumsal duyarlılık biraz da yazarın üzerinde yükseldiği topraklarla ilintilidir.
Nazım’ın şiirlerinde, öykülerinde, oyunlarında ve romanlarında klasik türdeki kalıpları zorlayan sanat anlayışı, şairin içinde bulunduğu toplumsal mücadelenin edebiyat anlayışı ile birleştirilmesi sonucu, yazarın kendine has bir çizgi yaratmasına imkan tanımıştır.
Sanatsal ürünlerindeki diyalektik kurgu, Bertolt Brecht’ten farklı olarak Marksist felsefe anlayışını, dünya görüşüne uygun olarak yansıtır. Şiirlerinde, oyunlarında bunu çok açık görürüz. Nazım, o dönemin yazarlarından Necip Fazıl, Hamdullah Suphi, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Sefa, Behçet Kemal Çağlar gibileri tarafından ‘Marksizmin sözcülüğünü yapıyor’ diye eleştirilere maruz kalmıştır. Bu gibi suçlamalara tüm baskılar, hapis cezaları karşısında eğilip bükülmeyerek cevap vermiştir. O günlerin ırkçı Kemalist yazarların eleştirileri, eleştiri olmaktan çok ihbar mektupları andırmasına rağmen, şair hiçbir zaman bu tutucu yazarlara doğrudan yanıt verme gereğini görmemiştir (Resimli Ay dergisindeki ‘Putları yıkıyoruz’ başlıklı yazıları hariç). Aksine, ideolojik duruşunu savunmuştur. Ki, bütün bu saldırılar, yaşamının uzun bir dönemini hayali bir yargılama sonucu cezaevlerinde geçirmiş olması, kendisinden çalınan 12 senelik tutukluluk ile hedeflenen, yaratıcılığının engellenmesiydi. Ancak o uzun tutsaklık dönemlerinde bile yazmaktan geri durmamış, hatta en iyi eserlerini tutukluyken yazmıştır. Yalnız Türkiye edebiyat alanında değil, dünya edebiyatında da bildiğimiz kadarıyla böylesine özlü betimlemelere rastlamak oldukça zor.
Nazım’ın şiirini açık, anlaşılır imgelerle kurması, kullandığı metaforlarla anlaşılmaz olanı da anlaşılır kılmıştır. Bu da başka bir zenginleşmeye işaret eder. Nazım’ın şiirini derin kılan, yalnızlığı, sevgiyi, kavgayı, özlemi imgelerle boğmamış, aksine zenginleştirmiş olmasıdır. Şiirlerinde iç içe açılan odalar, kapılarla okur, derin bir özümlemeye sürüklenir. Has yorumuyla oluşturduğu kendi romantizmini dünya görüşü ile buluşturabilmiştir. Bugün onun dünya görüşü yok sayılarak ya da içeriğinden boşaltılarak aktarılmaya çalışılsa da, şiirlerindeki gerçeklik gizlenemiyor.
‘Hüsnü Çavuşla on beş yıl,
bayan hemşire,
kalmadı gezmediğimiz yer.
Karadeniz’de içinde Lazların,
şarkta Kürtlerin arasında.
Kürtlere kuyruklu derler
yalan.
Kuyrukları yok.
Yalnız çok asi, çok fakir insanlar.
Zenginleri de var
ama az...’
Nazım’ın Kürtlerle ilgili çalışmalarının yok denecek kadar az olması, Nazım’ın duyarsızlığından çok TKP’nin duruşuyla ilgilidir. Yer yer Kemalist politikalardan etkilenmesi de TKP’nin o günkü politik durumuyla bağlantılı. Hayatının son yıllarında Kürtlerin özgürlük istemlerini görmesi, Nazım’ın klasik TKP çizgisinin dışına çıktığının göstergesidir. 1961 yılında Mîr Kamûran Bedîrxan’a yazdığı mektupta şöyle der: “Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.”
Bu satırlar, Nazım’ın Kürtlerle ve onların ulusal mücadelesiyle tanışmasının göstergesidir. Şair tabii ki bir gecede bunun farkına varmış değildir, cezaevi süreci bunda etkili olmuştur. Mîr Bedîrxan’a mektubunda ayrıca şunları da belirtmiştir: “Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.” İnsan burada tabii kendine soruyor; bir şair, gözlerini kendi ülkesindeki özgürlük mücadelesine nasıl bu kadar uzun bir zaman kapatmış olabilir? Bu kadar uzun zaman beklemiş olmasını sadece TKP çizgisiyle açıklamak ya da Kemalizmin yoğun ideolojik bombardımanına bağlamak da tek başına yetmez. Nazım’ın Kürtlerin çığlıklarına bu kadar uzun süre sessiz kalmasında SSCB’nin politik tavrının da etkisi olmuştur.
Şiirin görkemine sığınan şair, Kürtleri çok az olsa da metaforik öğe olarak kullanmıştır. Yukarıda bahsi geçen mektubu, her şeye rağmen, zamanımızın sözde demokrat, popülist politikalar üreten çevrelere inat 1961 yılında kaleme almıştır. Mektubunda Kürtleri öteleyen anlayışı mahkum ediyor: “Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlerine, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkar edenlere, emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının el birliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir el birliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir”.
3 Haziran 1963’te sonsuzluğa yitip giden şaire yönelik her ne kadar kuva-yı milliyeci dense de, kendisine yakıştırılan bu kimlikten son dönemlerinde sıyrılmaya çalışmıştır.
Kırmızı sarı yeşil balonlarda çocuk çığlıklarıyla güneş
Kırmızı sarı yeşil balonlarda çocuk çığlıklarıyla güneş
gökyüzü mavi ışıklarıyla
kim derdi ki hikayem böyle biter
yağmurlar mevsimine girdim kederli şiirler mevsimin
bir şeyler bekliyorsun benden değil
sözler duruyor aramızda birbirimize ulaşamadan
çocuk çığlıklarıyla güneş kırmızı sarı yeşil balonlarda
yorgun ve umutsuz bakıyoruz sözlerimize
Nazım Hikmet Ran (11 Mayıs 1962)
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA Dursun Kazan

http://www.yeniozgurpolitika.org/?bolum=haber&hid=70968

Popüler Yayınlar