14 Eylül 2011 Çarşamba

‘Akılalmaz’dan geriye kalanlar

Sinema, “Bir ekran üzerine hareketli görüntüler düşürmek suretiyle sosyal, ekonomik, kültürel konuların perdeye aktarılması ve yönetilmesi işlemidir…” Sinemada kitleleri etkilemek ve yönlendirmek için görüntülerin çarpıcı hatta sarsıcı olması için ne gerekiyorsa yapılmaktadır.

 İzleyeni büyülemek, mesajların zaman zaman gizlenerek, zaman zaman da açıktan aktarılmasıyla seyirci etki altına alınır. 
‘Unthinkable (Düşünülemez)’ filmi böyle modern dünyanın fantazisi ile her şeyi kendi seyrine bırakmayan, gerçekle hayalin, kurguyla iç içe işlenerek oluşturulmuş filmlerden biridir.
Gregor Jordan’ın, Peter Woodward’ın senaryosundan sinemaya aktardığı ‘Düşünülemez/Unthinkable’ Türkçeye çevirisi “Akılalmaz” olarak uyarlanmış. Binlerce insanın yaşamı karşısında ‘bir çocuğa işkence eder misiniz’ sorusunu çivi gibi beynimize çakan görüntüleriyle Gregor Jordan’ın, ‘Akılalmaz/Unthinkable’ (2010 - ABD) filmi izlenmeye değer bir film olarak hafızamıza kazınıyor.
Günümüz ahlak iklimine uygun bir soruyu ortaya atarak seyirciyi ikileme düşürmek istiyor.

İşkencenin hayatımızdaki yeri!

Yönetmenin sorduğu soru ülkeni korumak adına ne kadar ileri gidebilirsin, ülkeni korumak adına çocuklara işkence yapılmasına seyirci kalabilir misin? Yapılan insanlık suçuna ne kadar katılabilirsin sorusuyla seyirciye gidiyor.
Soru sormak üzerine kurgusunu yapan yönetmen, çarpıcı soruları sorarken dehşet görüntüleri filme taşıyor. İşkencenin gizli kapılar ardında yapılmasına seyirci kalan batı demokrasisi sorgularken, işkenceye karşı gibi görünen fakat, işkencenin sosyal hayatın içinde bir yerlerde, olduğu gerçeğini seyirciye anlatmaya çalışıyor
Baş karekterlerden biri olan yani “Müslüman terörist” Steven (Michael Sheen) ABD’nin üç değişik şehrine nükleer bomba yerleştiriyor. Üç değişik pencere açan yönetmen, Amerika’nın başka ülkelerde binlerce insanı öldürürken hiç sorgulanmayan yanlarını sorgular ve aynı şiddet kendisine yöneldiğinde ne kadar pervarsızlaşabileğini gösteriyor.
‘Teröristleri’ akıl almaz işkence yöntemleriyle konuşturmakla  meşhur ‘Henry’ (L. Jackson) ve Amerikan demokrasisine inanan FBI ajanı Helen. (Carrie-Anne Moss) Demokrasiyi tırnak içine alan bir anlayışla seyirciye taşımış.


Tepeden şehre bakanlar...

Yaşanan olguya ‘sanık hakları’ çerçevesinden yaklaşan Helen’in itirazlarına rağmen ‘yasaları‘ hiçe sayan Henry’nin sonuç alıcı yöntemlerine yönetmenin kamerası mesafeli duruyormuş gibi görünse de, asıl sorun bu mesafenin ‘ayarında.’ Çünkü Jordan ‘ortada bir yerde’ duruyormuş gibi yaparken işkencenin gizli taraftarı gibi... İşkence sorusunu seyircinin aklında tutmaya devam ediyor: “Bir karar verin yoksa binlerce insan ölecek?” derken diğer yandan Helen’in demokrasinin çaresizliği karşısında bir an için bile olsa Henry’ye onay vermesi de açık ki ‘işkence bazen işe yarayabilir’ görüntüsü olarak hafızalara kazınıyor.
Bence ‘Akılalmaz’dan geriye kalan, ‘Toplumsal ahlak’ dediğimiz olgunun tek başına bu tür paradoksların aşılmasındaki çaresizliğini göstermesidir.
Hiç birşey düşünülemez ya da akılalmaz dememek için bile çok geç değil. Tepeden şehre bakanlar şehirdeki banka ve büyük şirketlerin bol ışıklı, neon fosforlu reklam panolarıyla karşılaşırlar. Seyirciye anlatılan yalnızca pembe yalanlardır. Asıl görünen ise şehirleri ele geçiren vampirlerin ışıklı neonlara gizlenmiş olması değil midir?

Unthinkable
(Düşünülemez)


Yönetmen: Gregor Jordan
Senaryo:  Peter Woodward, Oren Moverman
Yapımcı: Marco Weber, Caldecot Chubb, Bill Perkins
Görüntü Yönetmeni: Oliver Stapleton
Müzik ve Görüntü Yönetmeni: Christopher Young
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Carrie-Anne Moss, Michael Sheen, Brandon Routh, Gil Bellows, Yara Shahidi...

DURSUN KAZAN 
http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=1075

9 Eylül 2011 Cuma

Sıradaki Kim?



Ortadoğu’daki ayaklanmaya dair sıranın kime geleceği pek belli değilmiş gibi; sıradaki kim diye soruyor iki yüzlü kapitalist dünya. Yalan, dolan, bin bir dolapla iktidarını sağlama almaya çalıştıkça, isyanla ve isyancılarla karşı karşıya kalıyor. Küçücük bir ayaklanmanın İngiltere’yi hatta Avrupa’yı nasıl korkuya boğduğunu gördük. Batılı kapitalist devletler kendi yarattıkları bu yıkımın ayarına er ya da geç varacaklar... Bunu bildikleri için kendi krizlerini Ortadoğu’ya ihraç ederek zaman kazanmak istemektedir.

İsyan bir kez başlamaya görsün, nerde başlayıp nerde biteceğini kimse kestiremez. Hemen her yerde Libya’da, Suriye’de ve Arap yarımadasında olup biteni yazıp çiziyorlar. Diktatörleri, kendi halkları nasıl yerle bir ediyor, diye; duy da inanma cinsinden. Kimsenin Türkiye’nin, İsrail’in barbarlığından bahsettiği yok. Onları gelişmiş batı demokrasinin örneklerinden sanırsınız. Türk ve İsrail devleti isyan halkasının son durağıdır ve batıya açılacak olan ilk pencere olma adayı olarak bir süredir  birbiriyle yarışır gibidir... Bu yüzden yıkılıp parçalanması ne kadar geciktirilirse, batı Avrupa ve Amerika, o kadar uzun yaşayacağının farkındadır.

İşgale tepkiyi bertaraf etme politikası

İsrail ile iplerin koparılması kocaman bir yalandan başka bir şey değildir. Haluk Gerger, “Türkiye ile İsrail arasında bir rekabet söz konusu. İkisi de çok yönlü krizlerle uğraşan ülkelerin rekabeti de yıkıcı oluyor. İkisinin ekonomisi de dışarıdan gelen mali desteğe dayalı. Biri Filistinlilerle diğeri Kürtlerle olan mücadelesini ekonomik, askeri ve tarihsel açıdan kaybediyor. Ülkelerin temel payandası, temel dayanağı ABD ve Batı” dedi. Durum bu olunca insan sormadan edemiyor, İsrail’i koruyan füze kalkanları Türkiye’de inşa edilirken bu zulmün iki yüzü köprüleri nasıl atmıştır? İşte bu belirsizdir. Erdoğan’ın son açıklamaları gösteriyor ki koparılan bir ilişki de yoktur... Bir bardak suda koparılan fırtınanın, gerçeği yansıtmadığıdır. Acaba İsrail üzerinden Güney Kürdistan’ın işgali pazarlık konusu mu yapılmaktadır?! Bu vesileyle İsrail sıkıştırılarak Güney Kürdistan’a girecek olan Türkiye’ye karşı oluşacak tepkinin yumuşatılması, hatta göz yumulması beklentisi mi amaçlanmıştır. Bu pencereden baktığımızda, Türk devletinin, Güney Kürdistan’ı işgal etmenin gerekçelerini bu yolla hazırladığı riski dikkate alınmalıdır.

Egemenlerin korkusu

Kürdistan’da ve İsrail’de yüzbinlerin katıldığı gösteriler yapılmaktadır. Egemenler için asıl tehlike burada gizli... Egemen güçlerin asıl korkusu Kürdistan’da ve İsrail’de ayağa kalmış kitlelerin iktidarları yıkıp geçmesidir. Bu yüzden Kürt hareketi ezilirse bazı sorunları aşmak çok daha kolay görünüyor. Sokağa inecek olan şiddetin farkında olmayan bazı aklıevvel köşe yazarları, Kürtleri topyekûn imhadan yana yazılar yazarak iktidara güç ve destek vermektedir. İhtiyacını duyduğumuz özgürlük, adalet, savaşa karşı kendilerini kalkan olarak siper eden Kürt anneleriyle yan yana durmasının, anarşist duyarlılığın, anti militarist vicdani reddin bir adım daha ilerisidir. Kürtlerle dayanışma içinde olmak, bir yandan da dünyadaki diğer anti militarist grupların da desteğinin sağlanarak dünya gündeminde kamuoyu oluşturulmasıdır. Anarşi taleplerin değil yaşamın bir meselesidir; o yüzden anarşistler devlete savaş açmış bir halkın yanında olmak, onunla omuz omuza olmak zorundadır. Dayanışma ruhu siyasi kaygıları da ortadan kaldıracağı gibi önyargılarında yıkılmasına yardımcı olacaktır.

Dursun KAZAN Özgür gündem 10.09.2011 09:06

4 Eylül 2011 Pazar

Yağmur bile yasak

‘’Ezilenlerin tarihi aslında tek bir felaketten ibarettir.’’ Kaç kez yaşanırsa yaşansın, yaşananlar farklı biçimlerde de olsa, gerçekte ezilenlerin felaket tarihi kendini tekrardan başka bir şey değildir. Bu yazıda, ‘’Yağmuru Bile’’ adlı film üzerine düşüncelerimi yazacaktım işin gerçeği. Sadece film olacaktı başka kapılar, başka penceler açmayacaktım yazıya, en azından ben öyle düşünmüştüm. Ancak her yazı bir hikaye gizler kendi içinde...
 Yağmuru Bile filmi, İspanyol bir sinema ekibinin Bolivya’da film çekmesiyle başlıyor. Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını sömürgeleştirmesi anlatılırken, bir yandan da günümüz sömürge ilişkileri ele alınıyor. Ancak film içinde film mi çekiyorlar, diye sormadan da edemiyor izleyici. Kristof Kolomb ve ardıllarının sömürge işini hangi dereceye getirdiklerinin anlatılması bakımından da ilginç karelerle izleyiciye muhakeme etme imkanı veriyor. Çağımız sömürgecilik ilişkilerinin hangi boyutlara vardığının göstergesi olması bakımından da ilginç bir sinema filmi ‘’Yağmuru Bile.’’
Geçmiş ile bugün arasında
Amerikan kıtasının bulunup işgal edilmesiyle birlikte, kapitalist üretim ilişkilerinin ve sömürgecilik anlayışının sıçrama yapmasına neden olduğu gerçeği, filmde gözümüzün önüne seriliyor. Kurulan bağ, filmin politik tavrı konusunda ip uçları veriyor. Geçmiş ile bu gün arasında kurulan analojide, o gün canları pahasına çalışanlar (yeterli görülmeyenler, verimli çalışmayanlar sömürgeciler tarafından öldürülürdü), bugün iki Dolar’a çalışan kölelerden çok farklı değil. Bu yanıyla film zaman zaman Latin Amerika sol popülizmine savruluyor olsa bile, bir gerçeğe ayna tutmaktan da geri kalmıyor.
Filmde Kolomb döneminde yaşamış olan köle lideri isyancı Hatuey’i canlandıran Daniel’in karakteriyle, Bolivya’da suyun devlet tarafından özelleştirilmesine karşı verilen mücadele ile bir bağ oluşturulmak isteniyor. Şirketler suyu fahiş fiyatlarla satıkları için yağmur suyunu bile biriktirmek yasak! ‘Su’ için açılan kanallar devletin kolluk kuvvetleri tarafından kapatılıyor; karşı çıkanın başına gelebilecekler ise hepimizce malum..
Sömürü her yerde aynı!
Kültürel sömürü, asimilasyon ve yerli halkın bütün değerlerinin sömürülmesi, bana kendi ülkemi hatırlatmadı değil. Bu gün, doğduğum coğrafyanın iliklerine kadar sömürülmesine benzer sahneler yer alıyor filmde: Yerli kadınlar, sömürgecilerden kaçarken yakalanacaklarını anladıklarında kendilerini uçurumlardan atmaları; çocuklarını sömürgecilere vermektense suda boğmaları... Kürdistan’ın birçok yerinde yaşanan isyanlarda sömürgeci güçlere teslim olmaktansa uçurumlardan Munzur’a, Laç Deresi’ne atlayan kadınların öyküsüne ne kadar çok benziyor.
Kürt coğrafyasının birçok yerine barajlar inşa ederek, ormanları yakarak, dağları bombalayarak yüzlerce hatta binlerce yıl sürecek kalıcı tahribata neden olan sömürgeci anlayış, dün Latin Amerika’da ne yapmışsa bu günde Kürt’ün, Arap’ın coğrafyasında aynısını yapıyor. Bunda hiçbir sakınca görmüyor ve kural tanımıyor.
 Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını babalarının malı gibi sömürme hakkını kendinde gören, suyu, petrolü ve diğer zenginlikleri istedikleri gibi almak için gerektiğinde ülkeleri işgal etmek için bin bir bahane yaratanlar; dün ‘Amerika kıtasına modernizmi götürüyoruz’ adı altında katliamlar yapmışlar. Bugün ise, ‘demokrasi getiriyoruz’ retoriğiyle her tür işgali ve katliamı haklı görmekte, halklara kan kusturmakta sakınca görmüyorlar. İhalelerle derelerin kurutulduğu, HES projeleriyle bütün canlı yaşama kıydıkları bir coğrafyada böylesine filmlere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
İspanya’nın 2011 Oscar adayı ‘Yağmuru Bile’nin senaryosu, Ken Loach’un daimi senaristi Paul Laverty tarafından yazıldı. Film, Iciar Bollain’in yönetmenliğinde çekildi.
Su direnişi!
Yönetmenliğini Iciar Bollain’in yaptığı ‘’Yağmuru Bile/Even The Rain’’ filminin başrollerini, Motorsiklet Günlüğü’ünde Che’yi canlandıran Gael Garcia Bernal ve Luis Tosar paylaşıyor. 2011 Fransa-İspanya ve Meksika yapımı olan film, Bolivya halkının su için direnişini anlatıyor. Genç ve idealist yönetmen Sebastian, 500 yıl önce Kristof Kolomb’un Amerika’yı işgal edişini konu alan bir film çekmeye kararlı. Bu sırada Bolivya halkı, su için direnişe geçiyor. Direnişçi yerli Hautey’i canlandıracak karakter Daniel ise, gerçekte su direnişinin lideri.  500 yıl önce Kristof Kolomb’un altın karşılığında canları pahasına çalıştırdığı köleler ve 500 yıl sonra Costa’nın günde 2 Dolar’a başrolde oynattığı Bolivyalılar, bir gerçeğe işaret ediyor: 5 asır geçse de sömürünün karakteri aynı.
DURSUN KAZAN


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA


69

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Mezar düşmanları ve Can baba

AKP Datça İlçe Başkanı’nın, Can Yücel’in mezarına sevenlerinin şarap dökmesini protesto etmek için yaptığı yazılı açıklamada “Kimsenin içkisiyle uğraşacak değiliz. İstedikleri kadar içip istedikleri kadar sarhoş olabilirler. Ama bunu yaparken milletimizin inançlarına, geleneklerine, manevi duygularına küfretmeye, hakaret etmeye kalkışmalarına da sessiz kalacak değiliz’’ açıklamasının ardından, birileri kendine vazife çıkarmış olacak ki şairin mezarı, balyoz darbeleriyle parçalandı.

Şiire, şaire bile tahammül edemeyen bir zihniyet, önce sokaklardan masaları yavaş yavaş kaldırarak, sonrasında, sokak çalgıcılarını sokaklardan toplamaya-tekmelemeye; ardından filmleri yasaklamaya kadar vardırdı işi. Düne kadar hoşgörüden dem vuran iktidarın, takiye yaptığı gün gibi ortada. Takiye yaptığının hasıraltı edilmesi mümkün olmayınca da AKP istediği açıklamayı, partilileri aracılığıyla kamuoyuna ihtarname gibi duyuruyor. İktidar olduğu günden beri Kürt sanatına ve sanatcısına her türlü baskıyı reva görüyordu.

Bu saldırıyla birlikte Türkiye’de sanata ve sanatçıya hangi gözle bakıldığı, hoşgörü, diye açıklanan şeyin ne menem şey olduğu da gözler önüne seriliyor. İktidar bir yandan kendi Kürdünü, kendi sanatçısını, kendi sanatını, hatta kendi muhalifini yaratmaya çalışırken; diğer taraftan, her türden ciddi muhalif sanatı ve sanatçıyı ölmüş bile olsa hedef konumuna getirmekte sakınca görmüyor.

Yeni Şafak gazetesi gibi iktidar yanlısı gazetelerde köşe başını tutmuş profesör etiketli yazarların, tahammül, dedikleri şey böyle olsa gerek...

Olayın sosyolojik yönleri olmakla birlikte, kendilerini İslamcı aydın olarak adlandıran çevreler, bir yanda lüks otellerde verilen iftarlara tepki gösterirken; diğer yandan da hemen yanı başında yaşanan savaşa kayıtsız kalma ikiyüzlülüğünü gösterirler. Kürt sorununa dokunmanın kendilerini yakacağını bilmelerinden olsa gerek, suya sabuna dokunmamanın zavallı bir yansıması olarak adlandırabileceğimiz, iftar partilerini yalandan protesto edip, yeniden bol şenlikli iftar partilerine canı gönülden koşmaları, her bakımdan, manidar ve sorgulanmaya değer bir durumdur.

Mezarında bile rahat bırakılmayan şair!

Acaba Can Yücel bu durumu görseydi, ne der, ne yazardı? Yoksa şu şiirle mi karşılık verirdi:

yerin seni çektiği kadar ağırsın,/kanatların çırpındığı kadar hafif. kalbinin attığı kadar canlısın,/gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç/sevdiklerin kadar iyisin,/nefret ettiklerin kadar kötü./ne renk olursa olsun kaşın gözün,/karşındakinin gördüğüdür rengin/yaşadıklarını kar sayma:/yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,/sevdiğin kadardır ömrün/gülebildiğin kadar mutlusun./üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin/sakın bitti sanma her şeyi,/sevdiğin kadar sevileceksin.

Mezarında söylecek sözü olanlardan korkan bir toplum yaratan iktidara söylenecek son söz. Şiiri argoya, argoyu da şiire kazandıran şair, sen rahat ol. Yarım kalan sözü söylecek birileri hep olacaktır.

Dursun Kazan

Özgür Gündem

‘Suikast’

Amerika’nın kuruluşuna odaklanan ‘Suikast (The Conspirator)’, yakın tarihimizde yaşanan birçok olaya yön veren gerçekliği beyazperdeye taşıyor.
Alternatif sinemanın önemli temsilcilerinden Robert Redford’un yönettiği ‘Suikast’ filminde Evan Rachel Wood, James Mc Avoy, Alexis Bledel, Robin Wright ve Justin Long gibi oyuncular rol alıyor.
‘Suikast (The Conspirator)’, Amerikan iç savaşı sonrasında Abraham Lincoln’in suikastla öldürülmesinin ardından kurulan düzmece bir mahkemede yargılanan masum bir kadının öyküsünü anlatıyor. Geçtiğimiz hafta birçok ülkede vizyona giren ‘Suikast’, mutlaka olmasa bile izlenmesi gereken bir film. Film, Almanya‘da ise 29 Eylül’de sinemalarda olacak.
 Filmde ABD’nin kuruluş yılları ve Kuzey - Güney savaşı yine izleyici karşısında. Ansiklopedik bilgilere göre 1865’te, “Güneyli general Lee’nin, Kuzeyli komutan Grant’e teslim olmasıyla sonlanacak olan Amerikan iç savaşının son günleri. ABD Başkanı Abraham Lincoln ise avaşın sonlanması için yapılan kutlama gecesine katılmak yerine eşiyle birlikte Washington’daki Ford Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Amerikalı Kuzenimiz’ adlı oyunu izlemeye gider. Lincoln, oyunu izlerken suikastta uğruyor. Vurulan ABD başkanı ertesi gün, 15 Nisan’da hayata veda ederken, eylemi düzenleyen John Wilkes Booth ise 12 gün sonra Virginia’da kıstırıldığı bir samanlıkta yakılarak öldürülüyor. Bir kısım insan da suikastçıya yardımdan dolayı tutuklanıyor. Tutuklananlar içinde suikastçılara yardım ettiği iddia edilen Mary de vardır…”
Yönetmen Redford’un ‘Suikast’ filmi, bu tarihsel arka plana göre şekileniyor. Amerikan adaletinin aradan geçen zamana rağmen çok değişmediğini söylersek çok da yanılmış olmayız. Guatanamo, Ebu Garip ve birçok yarde ki yargı işkence olaylarında olduğu gibi... Her neyse biz filme geri dönelim.

Tarihten günümüze kalan adalet!

İntikam duyguları üzerine kurulmuş düzmece bir mahkemede yargılanan pansion işletmecisi olan Mary Surratt’ın hayat hikayesi üzerine kurgulanmış. Tarihsel doğrularla iç içe baktığımızda eldeki bütün delillerin belirsizliğine rağmen Mary Surratt’ın ölüm cezasına çarpılması ve idam edilmesi, (Amerika’da asılan ilk kadın olması bakından da ilginç) adalet adına adil olmayan bir hukuksuzlukla güneyli bir kadın derdest edilip tutuklanıyor. Daha sonra ölüm cezasıyla yargılanan Mary (Robin Wright), trajikomik bir biçimde, Lincoln’ın yanı sıra başkan yardımcısıyla dışişleri bakanına karşı da suikast düzenlediği de ayrı bir iddia.
Yönetmen Robert Redford bir yüzyıl geriye giderek bugün ki adalet anlayışını sorguluyor. Aradan geçen onca zamana rağmen iktidarların adalet anlayışları adil olmaktan çok intikam duyguları üzerine inşaa etikleri gerçeğiyle seyirciyi karşı karşıya getiriyor.

Aciz bir adalet anlayışı...


Yargılanan Mary’nin savunmasını, sonradan gazeteciliği seçmiş olan ve kuzeyli bir savaş kahramanı olan teğmen-avukat Frederick Aiken (James McAvoy) üstleniyor, gönülsüzce de olsa. Kadının olayların içinde olabileceği ihtimali olduğundan davaya başlarda ön yargılarıyla yaklaşıyor Aiken. Ancak sonradan olayların göründüğü gibi olmadığını anlayan Avukat Aiken, bireyin savunma haklarının askeri savcılar tarafından iktidarın istekleri tarafından nasıl şekilendirildiğinin farkına vararak, gerçekten sanığın suçlu olup olmayacağı gerçeğini sorgular. Sorgulamaların ardından aciz bir adalet anlayışını gözler önüne sererek, iki yalancı tanığın düzmece ifadelerini çürütüyor. Ama insan ‘hey hayat’ demekten kendini alamıyor!
Tarihsel gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalan, senarist James Solomon, filmin kurgusunu sağlam bir temele dayandırmış.  Yönetmen Robert Redford ise insanı etki altında bırakacak bir film yapmış. İçeriği bakımından Türk yargı sistemiyle bağlantı kurararak izlenmesi yararlı olur kanahatindeyim. ‘Suikast’ı kesinlikle kaçırmamalı. Adalatin bir gün herkese lazım olabileceği akıldan çıkarılmamalı.


The Conspirator
(Suikast)
Yönetmen: Robert Redford
Senaryo: James Soloman
Oyuncular: James McAvoy, Robin Wright, E.Rachel Wood, Justin Long...


DURSUN KAZAN


Yeni Özgür Politika

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Jazz, renklerin uyumu ve ırkçılık


Caz (Jazz) müziği her ne kadar 1880’lerde New Orleans’ta gelişmeye başladıysa da aslen kökeni Afrika’dır. Köleciliğin yaygın olduğu dönemlerde Amerika’ya getirilen siyahlar buraya getirilirken kendi kültürel müziklerini de getirmişlerdir. 
Amerika’da köle olarak çalışırken tarlalarda söyledikleri şarkılar cazın temeli olmuş ve 1920’lerin başında New York, Los Angeles ve Chicago’da yapılan kayıtlarla son şeklini alıyor. O zamanlar birçok değişik akım cazın ortaya çıkışında yol gösterici olmuştur.
Bunlardan biri melodilerin ve akorların eşliğinde simgesel olarak özgürlüğe kavuşma çabalarıydı. Bu akım bugün doğaçlama olarak tanımladığımız olaya liderlik etmiştir. Bir diğeri ise siyahi Amerikalıların yarattığı blues ve ragtime gibi müzik türleriydi. Bütün bunlara rağmen;
Caz müziği, mavi notalar, senkop, swing, çoklu ritim ya da renklerin ve seslerin bir araya gelemesi ile; oluşmuş bir müzik türüdür. Eski Afrika ruhani törenler, blues ve ragtime ve batı dünyası geleneklerinin harmanlanması ile oluştu. 1940’lı yılarla birlikte Caz diğer müzik akımlarını etkilemeye başladı.
Caz kelimesinin kökeninin o dönemin argosundan geldiği düşünülmektedir. Önerilen anlamlar enerjik, ruhani ve titreşimdir. Genel olarak bakıldığında Caz’ın (Jazz) ruhunda ırkçılığa karşı duruş vardır. Afrika halk müziğinden beslendiği akım blues’dur.
Son bir kaç olayla birlikte Caz’dan bu kadar çok bahsedilmesine vesile olan Amy Winehouse ölümü ve İstanbul Caz festivalinde yaşananlardır.
İstanbul Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konser sırasında Aynur Doğan’ı protesto edenlerin Caz dinleyicisinin ırkçı ve şoven saldırısı, içinde ırkçı motifler taşımayan bu miziğin Türkiye semalarında renk değiştirip ırkçılığa kapı aralaması şaşırtıcı ve sarsıcı oldu. Oysa müziğin kendi ritminde ırkçılık olmamasına rağmen Türkiye ve benzeri ülkelerde zaman zaman anlamlarını aşıyor.
Neydi Caz ve neden Caz izleyicisi ya da dinleyicisi ırkçı olamazdı?
Nedenine gelince özellikle 1940’larda Sivil Haklar Hareketinde, yani ABD’de siyahların seslerini duyurmaya başladıkları dönemde yaygın olan caz ırkçılığa karşı duruşun sesi ve rengi olmuştur. Siyahi sanatçıların ve ırkçılık karşıtı müzik gruplarının birçoğu Caz müziği yapanlardı.
Aynur Doğan’ın İstanbul Caz Festivalinde Kürtçe şarkı okuduğunda gösterilen tepki, yıllar önce Miles Davis’e de gelmiş bu festivalde. Davis de seyirciye yan dönmüş, enstrümanını duvara bakarak çalmış, seyirciye bakmamıştı. Asıl tepkisi dinleyicilerin Caz dinlemektense Caz konserine gelmek için gelmiş olmalarıydı. Türkiye benzeri ülkelerde bu tür ekinlikleri birer siyasi ve toplumsal statü gibi görmeleri. İstanbul Caz Festivaline gelenlerin de bu mantık silsilesi içinde değerlendirmek gerek. ‘Entelektüel görünme’ çabası konser sırasında çok fazla gizlenmemiş, Aynur’un sahneye çıkması ile kendisini ırkçılık olarak dışarıya vurmuş. Asıl önemli olan bu ırkçı tavra gerçek Caz dinleyicisinin alet olmaması. Bir kaç cılız slogan dışında ırkçı dinleyiciyi konser alanında çıkarılmamış olması da tartışmaya değer bir durumdur.
Sinema, tiyatro ve müzik alanında Türk ırkçılığına karşı ciddi bir çıkışın olmaması Türk sanat dünyasının ciddi bir entelektüel bilinç yetersizliğinin bu yaşananlarda payının olduğunu bir kenara not etmeliyiz...
Kim söylemiş bilmiyorum, bir yerlede okumuştum; Kelimeler yazarın gerillaları gibidir, önemli olan nerede konumlanıp nasıl kullanıldığıdır. Müziğin ırkçılığa karşı konumlanışı yazarın kelimeleri gibi olması gerektiğini düşünüyorum. O yüzdende konser sırasında orada olan diğer sanatçıların Kürtçeye ve Kürde karşı tahammülsüzlere verecekleri cevap, sahneye çıkıp seyirciye arkalarını dönüp Aynur’la birlikte şarkılarını söylemeleriydi. Bu eylem en azından okumuş cahillerin anlayacağı dil olmasa bile sanatçı duyarlılığının göstergesi olacaktı.
Renklere tahammül gösteremeyen okumuş cahillerin müziğin evrensel diline hakareti gerçekle örtüşmüyor olsa bile, Kürtçenin bu renge katkısı ve sanatın sadece Caz ya da diğer müzik akımlarının renklere, seslere duyarlılığı üzerinde toplumsal muhalefeti örgütlemleri mümkün olduğu gibi duvara karşı söylenecek şarkıların da olmasıdır. Caz gerçek anlamda bu görevi yerine getirecek sanat dallarından en önemlilerinden birdir.

DURSUN KAZAN


http://yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=735

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Sayın büyük köşelerin büyük yazarları...

Ne kadar derinlerde saklamışız içimizde raşizm denilen soytarıyı. Sayın medya yöneticileri, köşe başını tutmuş yazarları, muhabirleri, Diyarbakır Silvan’daki çatışmayla ilgili olan “duygusal” ölümü yücelten yazılarınızı okudum. 
Sonra düşündüm..  
Yaşanan çatışma, barışa dair umutlarımızı, beklentilerimizi, bir başka bahara bırakacak nitelikte olabilir mi diye... 
O nefret kokan yazılarınızda ne buldum sizce?
İnsanların milliyetçi duygularını okşayan, nefret kokan yazılarınızdan başka bir şey bulamadım. Kürtlerin bütün bu olanlara rağmen gösterdikleri sabra, tavazuya karşı, yaptığınız tek şey Kürtleri hedef gösteren yazılarınız...
Son 2 ay içinde Kürdistan dağlarında, ateşkese rağmen katledilen genç yürekleri görmezden gelmeyip, yazılarınızda, gazete sütunlarında yaptığınız eyhamın binde birini yapmış olsaydınız, bugün bunları konuşuyor, yazıyor olmazdık.
Savaş çok kötü bir şey. 
Siz yaşamadığınız için bilemezsiniz. Siz ne oradaki askerle, ne de dağdaki gerillayla, ne de orada yaşayan insanlarla empati kurabilirsiniz. Çünkü siz, yüreklerinizin yerinde kocaman, kap kara bir taş taşıyorsunuz. Orada ölenler, ne sizin kardeşiniz, ne de evladınız. Siz sadece savaş edebiyatı yapıyorsunuz. Siz pusuda beklemenin ve pusuya düşmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz. Siz varsa, yoksa, savaştan beslenen Vampirlerin değirmenine su taşıyan kölelersiniz.  
Savaş nedir sayın büyük köşelerin büyük yazarları?
“Savaş, ülkeler, bloklar ya da bir ülke içerisindeki büyük gruplar arasında gerçekleşen topyekün silahlı mücadele. Savaşlar genellikle dini, milli, siyasi ve ekonomik amaçlara ulaşmak için gerçekleştirilir. Kullanılan silahlara, amaçlara, taraflara ve gerçekleştiği yerlere göre farklı şekillerde adlandırılırlar. Örneğin nükleer savaş, meydan savaşı, iç savaş, dini savaş, dünya savaşı. Karşı tarafı yıldırmak, maddi ve manevi zarar vermek için gerçekleştirilen silahsız faaliyetler de genellikle savaş tanımına dahil edilirler” der ansiklopediler.
Bir de sizin savaşlarınız vardır ve çok farklı biçimde anlatırsınız; ‘sizin savaşlarınız’ epik-lirik güzellemeye tabi tutulur. Her nasılsa kimse ölmez, derin insan acıları gündeme gelmez. Yani sizden ölenler olmadıkça sorun yoktur!.. Ne zaman ki provokatörlerin size ihtiyacı olur, işte o zaman Türk ordusunun bando takımı gibi başlarsınız milliyetçi savaş edebiyatına, bu dehşet yalnız bize yaşatılır. Onun içindir ki, genel insanlık acıları değildir bunlar. Sadece bizim acılarımızdır. Oysa başkasının acısını anlatabilen, insanlığın acılarını dile getirmiş olur. Siz köşelerini babasının malı gibi kullanan ve bu köşeleri Türk kontrgerillasının emrine sunan o doğrultuda yazılar yazan siz sevgili milliyetçi köşe yazarları, ölümün bu kadar pervarsız kullanıldığı, kelimlerin anlamını yitirdiği başka diyar yok. Vatan sağ olsun! Gencecik çocukların hangi vatan için öldüklerini bile bilmediği bir vatan. Kürtlerin binlerce yıl yaşadığı bu diyarda, Kürtleri öldürme üzerine kurulmuş bir vatan. 
Nefret suçu işlediniz. Biriken bu kin ve nefret korkarım ki bir gün hepinizi boğacak. Tarih karşısında en büyük suçu siz işlemiş olacaksınız!
Bu gerçek, toplumsal cinnete dönüşmeden yüreğimizi ya şimdi avuçlarımıza alacağız ya da ölümlerin arkasından ağlayacağız.. 
Savaşı iliklerine kadar yaşamış biri olarak son olarak şunu söylüyorum; 
Savaşmak ama kelimelerle. Unutmayın ki sözün bittiği yerde başka şeyler boy verir. O yüzden bizler bu savaşın silahlarla değil kelimelerle olması gerektiğini anlatma göreviyle karşı karşıyayız. Bu görev en çok sizlerin omuzunda. Tarih sizi, barışa verdiğiniz emekle hatırmalı. Yok, tarih bizi yaptığımız savaş çığırtkanlığı, işlenen insanlık suçu, dökülen kanla, öldürülen her yürekle, kötülükle hatırlatsın diyorsanız..?
Söz sizin!


yeni özgür politika ve özgür gündem gazeteleri

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Arap Baharı mı İran Kışı mı?


Arap baharı’ denilen olguyu birçokları 68 gençlik hareketiyle kıyaslamaktadır; ancak isyanların dışardan müdahalelerle sonuç alınmaya çalışılması bile, bunun böyle olmadığının göstergesidir. Arap dünyasını sallayan ‘Arap baharı’nın bir ‘İran kışı’na dönüşebileceği gerçeğinin gözden kaçırılmaması da gerekir.




Tunus’la başlayan halk ayaklanması, Mısır’da yüzbinlerin katıldığı toplumsal ayaklanmalar, domino etkisiyle Bahreyn’e, Yemene ve sıçraması, “isyan”ın artık bir yerle sınırlı kalmayacağının ve giderek de bölgeselleşeceği yönündeki tezleri güçlendirdi. Nitekim yaşananlar da bunun böyle olduğunu gösterdi. 

Halkların hayalleri çalınıyor

Tüm Arap coğrafyasını sarsan isyan dalgası hemen herkeste, ne oluyor acaba? Yeni bir devrim ve isyan dalgasıyla mı karşı karşıyayız, sorusunu beraberinde getirdi. Oysa devrimleri, sosyal patlamaları ve benzeri ayaklanmaları bir araya getiren gerçeğin, ekonomik ve sosyal olduğu kadar, psikolojik faktörleri de var. Kavramlar üzerinden yürüdüğümüzde Arap coğrafyasındaki isyanın ciddiyetini görebilmek zor olmasa gerek. Ancak bu üç kavramın dışardan oluşturulan basınç ve yönlendirmeyle nasıl kullanılıp değersizleştirildiğine de tanık olduk. Özgürlük taleplerinin içinin boşaltılıp tarihin çöp sepetine atılması için her sey kullanıldı. Oyunu sahneleyenlerin, sahneye koyanların halkların özgürlük, demokrasi talepleriyle pek ilgilendikleri yoktu. Onlar başka bir oyunun peşinde, halkların hayallerini çalma derdindeydiler.

Tepkinin dışa vurumu

İsyana açılan her pencerenin, politik yapıların bakış açısına göre değiştiği gerçeğini de bir kenara not almakta fayda var. Bu yüzden konuya ilişkin analizler yaparken asıl kaygımız, yanlış anlamalara ve anlam kaymalarına engel olmak, biraz da olsun başka perspektiflerden bakabilmek. Bu mival üzerinden isyan diye gösterilen seylerin gerçekte çok iyi organize edilmiş gösteriler olduğunu söyleyebiliriz. Asağıda bu gösterilerin neden çok iyi organize eldildiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Eylemlere sıradan insanların katılması; daha fazla özgürlük, daha fazla aş, ekmek ve daha demokratik bir ülke taleplerini pekiştiren bir unsur oldu... Yıllardır uğradıkları baskılar, aşağılanma, devletin buyruğundakileri insan yerine koymaması sonucu biriken tepkinin dışa vurmasıdır. Bu gerçeği yok sayma şansımızın olmadığını biliyorum. Buna rağmen oyunun bu talepler üzerine kurgulandığı gerçeğini de görmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Halkın talepleri manipüle edilip kullanılmaya çalışılıyor

ABD’nin Ortadoğu’daki işgalle kalıcılaşması ve IMF, Dünya Bankası patentli neoliberal saldırılara karşı mülksüzlerde biriken öfke, kapitalizmin küresel krizinin yıkıcı sonuçlarıyla doruğa çıktı. İşsizlik, yoksulluk, sefalet yetmiyormuş gibi uzun yıllardır devletin zorbalık ve onur kırıcı icraatlarına da maruz kalan Arap halkı, sonunda ayaklandı. Korku duvarını yıkan mülksüzler sokaklara döküldüler ve Arap Dünyası’nda bir ilki gerçekleştirerek; diktatörlerine yöneldiler.
Neo-liberalizm adına bu eylemleri analiz edenler kendi çıkarları doğrultusunda bu tepkiyi kaşıyıp nasıl kullacaklarını hesapladılar. İsyan hareketi, yavaş yavaş kendi mecrasından çıkarılıp farklı mecraya akması sağlandı. Amerikanın ve AB’nin Ortadoğu’da yapmak istediklerini darbelerle değil, ama kitlerleri manipüle ederek gerçekleştirme imkanı da doğmuş oldu.
 
Batı’nın sahte demokrasisi: Ilımlı İslam rejimleri

Suriye, Libya, Mısır’daki isyanlar, ABD ve AB’nin taleplerini karşılamakta zorlanan gerici faşist rejimleri, kitleleri kullanarak dönüştürmeye, kendi denetiminde ideolojik ve askeri olarak kullanacağı yeni rejimleri inşa ederken mülksüzlerde biriken enerjinin de boşalımı sağlanmış olacaktı. Asıl soru Libya’da Albay Kaddafi, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Suriye’de Beşar Esad yaratılan bu basınçla devrilip yerine ne konacaktır? 
Uyduruktan demokrasi talebi üzerine bina edilen pratiğe bakınca gerçek çırılçıplak ortadadır. Amerika ve AB adına demokrasi dedikleri, gerçekte faşizmin tam kendisi olan ılımlı İslam kavramıdır. Bu kavram içinde olan ülkeler Bahreyn, Ürdün, Fas gibi ülkelerdeki demokrasi talepli gösteriler kanla bastırılmasına göz yuman ‘batı demokrasi’nin ikiyüzlülüğü gözlerden kaçmamalı.

Batı’nın gözdeleri: Erdoğan ve Gülen


Ilımlı İslamla kastedilen şey; Amerika’nın ve AB’nin Türkiye’de başarıyla hayata geçirdiği örnek AKP ve Fehtullah Gülen çizgisidir. Amaçlanan ise bu pratiğin tüm Arap Yarımadası’nda hayata geçirilmesidir.
Neo-liberalizmin Ortadoğuya yönelik politik hedefinin bugünün şartlarında ancak ılımlı İslamla mümkün olacağı, taleplerinin ancak bu şekilde karşılanacağı Arap halklarının yeraltı ve diğer kaynaklarının daha rahat sömürülmesinin önü açılacağı düşüncesi, Ortadoğu siyasetini belirleyen odakların ortak fikridir. R.T. Erdoğan’ın parlatılıp, yoksul Arap halkına, Batılı canavarlara karşı direnen yürekli bir lider, diye sunulması; çok iyi kurgulanmış planın bir parçasıdır. Ilımlı İslamın kurtuluş gibi sunulması, F. Gülen güdümlü misyoner okulların Ortadoğu’da mantar gibi çoğalması bu planın ne zamandan beri adım adım hayata geçirildiginin de göstergesidir. Süreç bu okulların açılması ve örgütlenmesiyle başlamış, gelinen aşama ise sürecin artık tamamlandığı düşünülmüş olmalı ki bu okularda örgütlenen yapı, isyanın içinde aktif olarak yer almıştır. İsyan içindeki İslamcı gurupları bir araya getirip örgütleyen, finanse eden dünya otorilerinin çıkarını pekiştiren Gülen grubudur. Batı dünyasını öcü gören, Arap halklarının hayallerini çalma işini üstlenen cemaat, neo-liberalizmin kendisine biçtiği rolü çok iyi oynamış, kendi ideolojisi olan ılımlı İslamı da ihraç etmiştir.

Mısır’da rejim yıkılmadı sadece şekil değiştirdi

Batılı güçlerin, medya aracılığıyla kendi halklarına Arap halklarının gerici faşist rejimlere karşı demokrasi için ayağa kalkışlarını gösterirken, Kürtleri görmek istememesi, yalan ve ikiyüzlü politikalarının ne denli inkara dayandığının da göstergesidir. Özgürlük için ayaklandığını Tahrir Meydanı’ndaki sivil itaatsizlik eylemlerini yazıp çizen Batı medyasının, Kürtlerin doğal talepler için başlatmış olduğu sivil itaatsizlik eylemlerine ilişkin tek satır yazmamaları şaşırtıcı olmasa gerek. 
Solcu olduğunu söyleyen çevreler de bu kara propagandanın etkisinde kalmakta, somut değerlendirmelerden çok suyun akışına kendilerini bırakmaktadırlar. Gerçeğin bu kadar iyi gizlenebilmesi ‘Tahir Meydan’ında yıkılmak istenen dikta rejimi değildir özünde. Asıl hedef Amerika’nın ve AB’nin Ortadoğu’da daha da kalıcılaşmasıdır. Amerika’ya yönelik oluşan tepkinin, yine Amerikan propagandası altındaki suni özgürlük hareketidir. Mısır’da Mübarek rejimi yıkılmamış, sadece şekil değiştirmiştir. İslamcı örgütler bu iş için kullanılmış anti Amerikancı tepki doğrudan Hüsnü Müberek ve ailesine yönelmiştir. Suriye’de de çok farklı değildir. Radikal unsurlar Amerika tarafından parasal olarak beslenmiş ve örgütlenmiştir. 

Türkiye; Truva atı ya da neo-liberalizmin sopası

Suriye’deki İslamcı grupları Türkiye finanse etmiş ve korumuştur. Türkiye’nin Suriye’yle yakınlaşması sadece sızmayı kolaylaştırma için yapılmıştır. Vizelerin karşılıklı kaldırılması, militanların Türkiye’ye giriş-çıkış kolaylaştırmış silah ve cephanenin Suriye içlerine akışını sağlamıştır. Dostluk sadece görüntüdedir.  
Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle, “Türkiye Arap ilkbaharında anahtar rolü oynuyor ve artık Avrupa bunu daha iyi anlıyor. Türkiye’nin İslam ülkeleri arasındaki köprü fonksiyonundan korkmak yerine bunu kullanmalıyız” derken, Türkiye’nin bu işe ne kadar girdiğini de anlatıyordu. Yine Westerwelle, Ankara’nın bölgede ağırlığını artırdığını ve artık bölgesel bir güç olduğunu belirterek, “Türkiye’nin bölgede ağırlığı çok arttı. Birçok konuda örneğin Suriye’deki sorunun çözümünde anahtar rol oynuyor. Türkiye son yıllarda Afganistan, İran, Irak, Libya, Tunus ve Mısır’daki gelişmelerde belirleyici rol oynadı” derken, kastedilen Türkiye’nin, bugün hepimizce malum olan hangi rolleri (Truva atı) üstlendiğidir. Erdoğan, Esad’a “orantısız güç kullanıyorsun, sonuçlarına katlanırsın” derken, kendisinin Kürt halkına yönelik orantısız güç kullandığı hepimizce malumdur. Neo-liberalizmin sopası rolünü üstlenen Türkiye bunu zaman zaman açıktan, zaman zaman da gizli gizli yapmaktadır.

İran kışına dönüşebilir

Hedefinden saptırılan tepki gerçek düşmandan uzaklaşmış olduğundan emperyalist-kapitalist kamp suyun farklı mecrada akması için İslamı ve yoksulların inançlarını çok iyi kulandıklarını,dün terörist addettikleri hatta Guantanamo’da uzun süre esir olarak tutuklarını zamanla devşirip Libya gibi ülkelerde hem (Libya’daki iç savaşta El-Kaideci militanların aktif olarak yer aldıkları artık aşikardır) isyana angaje etmeleri de planın bir parçasıdır.
Arap baharı diye dillendirilen olguyu bugün, birçokları 68 gençlik hareketiyle kıyaslamakta, teorik çözümlemeler yapmaktadır; ancak isyanların sıra halinde başlayıp sonuçlandırılması, sonuçlanmayan yerlerde ise dışardan müdahalelerle sonuç alınmaya çalışılması bile bu ayaklanmaların 68 baharından binlerce fersah uzak olduğunun göstergesidir. Öyle ki Arap dünyasını sallayan geniş çaplı protesto hareketi “Arap baharı”nın bir “İran kışı”na dönüşebileceği gerçeğinin gözden kaçırılmaması da gerekir.

Ekonomik krizle de bağı var

2011’’in ilk çeyreğinde, bütün dünyanın gündemine şu ya da bu şekilde oturan, neo-liberal politikaların iflası sonucu oluşan ekonomik krizin, henüz ne olup ne olmadığı anlaşılmamışken; Arap devletlerinin, işleyişini dumura uğratan sokak gösterileri, Arap dikta rejimlerinin sarsılıp kimlik değiştirmelerine neden olan “isyan dalgası”, sessizliği kırma noktasında kaldıraç olabilir mi acaba?
 “Neden” diye sorduğumuzda, geldiğimiz ülkenin Türkiye denilen bölümünde, onca ölüme, gözyaşına rağmen, sessizliğin hala devam etmesidir. Bu örnekleri elbette çoğaltmak mümkündür.
Arap Yarımadası’ndaki isyanı ya da sosyal patlamayı ayrıcalıklı kılan özgün durumun elbette hali hazırda yaşanan ekonomik krizle de bağlantısı var. Bunun yanında, dünyayı yöneten egemenlerin, dünyanın birçok yerinde çeşitli sebeplerle neden oldukları krizler de bu süreci tamamlayan etkenlerdendir. Soruları çoğaltmak mümkün olmakla beraber, ancak bunun gereğinden fazlasının bize katkısından ziyade, gerçeğin anlaşılamasını zorlaştırıp, durumu daha da karmaşık sorular yumağına dönüştürür. 
İsyana açılan her pençerenin, politik yapıların bakış açısına göre değiştiği gerçeğini de bir kenara not almakta fayda var. Bu yüzden yazıyı kaleme alırken, asıl kaygımız, yanlış anlamalara ve anlam kaymalarına engel olmak, her pencereden kısa da olsa bakabilmekti. İsyanın baharına dikkat kesilip kışa hazırlıklı olmalıyız…
DURSUN KAZAN

http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=125

8 Temmuz 2011 Cuma

Frankfurt’tan ‘Deliler’ geçti


 Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) Tiyatro grubu Teatra Jiyana Nû önceki akşam Almanya’nın Frankfurt kentinde “Komara Dinan Şermola (Deliler Cumhuriyeti) oyununu sahneledi.

DURSUN KAZAN

“Varlığımızla yaşadı, çoğaldı bu toprak. Sahte ışıkların altında, bir hiç gibi göründü bunca zaman bizlere. Gözlerimiz uzak okyanuslar düşler oldu. Ve ışıklarınız şeytanların hileli okyanusuna uzanan nehir koları olup, kandırdı yol göstericiliğin uydurma güneşiyle bizleri. Kimliksizleştirdi. Ve şimdi yine suya döküldük. Sayımız yüz, beşyüz, bin, üçbin belki. Umutsuzluğun eşiğinde, doğal bir sürgün bizi Güneş Ülkesi’nden, ülkemizden koparıp uzaklaştıran.”

MKM Tiyatro gurubu Teatra Jiyana Nû Farnkfurt Nortweststad’da Komara Dinan Şermola (Deliler Cumurriyeti) oyununu sahneledi. Oyuna Kürtlerin ilgisi beklenenin üzerindeydi. Oyundan sonra, izleyenlerle oyuncular arasında oyun üzerine tartışma yapıldı. Karşılıklı soru cavap biçiminde geçen tartışmada, daha çok neler yapılabilirdi, eksiklikler nelerdi vb. biçiminde izleyenler düşüncelerini ifade ettiler. Henüz tiyatro seyircisi oluşmadığı, oyun sırasında telefonların çalması, oyun sahnelenirken dışarı çıkıp, içeri girmeler olumsuz bir tablo ortaya çıkarmasına rağmen, bu tür sanatsal etkinliklerin artmasıyla bu türden olumsuzlukların zamanla giderilleceğini düşünüyoruz.
Antik Yunan tregedyasından, Kürtlerin Şermolası’na geçiş hızlı oluşmadı. 1919’da yazılan Memê Alan oyunu, teatral bir metinken bu gün Kürt tiyatro sanatçıları eylem alanlarını sahneye taşırdılar bile. Tiyatro sahnesinde Kürt kimliğinin yansımasını taşıyan “Teatra İiyana Nû”, bu sahne artık bizim de kendimizi ifadelendirdiğimiz, Kürtçemizle şenlendirdiğimiz bir alan olduğu  gerçeğiyle yüz yüze getirdi dünyayı. Jiyana Nû tiyatral düzeyi yakaladığının işaretlerini veriyor. 1991 yılında MKM’de başlanan tiyatro çalışmaları, şimdi ürünlerini veriyor. Bir çok eksiği beraberinde taşısa da yapılanlar, alınan mesafe hiç de hafife alınacak cinsten değil. Bir yandan devlet baskısı, bir yandan olumsuz koşullar, olanakların yetersizliği, Kürtçe yazılmış tiyatro metninin olmaması ya da yeterli düzeyde olmayışı ile birlikte bugüne kadar oluşmamış veya bir türlü oluşturulamamış tiyatro tarihi de eklenince, ortaya çıkan tablo insanı cidden ürkütüyor. Bütün bunlar bir araya gelince ortaya çıkan sanatsal ürün karşısında insanın ayağa kalkmaması, önünde saygıyla eğilmemesi içten bile değil. Berlin’de düzenlenen Kürt Tiyatro Festivali’yle zirve diyen Kürt tiyatrosu, öyle sanıyoruz ki Kürtlere Dianysos şenliklerini yaşatmıştır.
Teatra Jiyana Nû Avrupa turnesinde sahneye koyduğu Helim Yûsîv’in öyküsünden esinlenen Komara Dînan “Şermola” (Deliler Cumurriyeti) oyunu Frankfurt’ta sahnelendi. Oyun toprağın sesiyle başlar. Ölümle yaşamın, aklın ve deliliğin sınırında, değişimlerin gel gitlerin etrafında şekillenen oyun, genel örgüsünde yalın bir anlatım olmakla birlikte, seyirciyle iletişim konusunda anlatımda absürd yanlar hakimdi. Üslup olarak dramatizasyon yoluyla seyirciye aktarım, dildeki erezyon, yasaklarla kuşatılmış Kürt kimliğini ifade, karanlık delhizlerde el yordamıyla aranan kayıp kültür, isanın ruhundaki parçalanmayı eski zamanlarda aramayı bırakmak yaklaşımına benzer psikolojik süreci, seyircinin de yaşamasını sağlayacak, ama arayışı seyirciyle palaşmak yerine seyirciye eskiyi bırak da yaşadığın ve gelecek yeni güne bak... “Baba bu kadar kitap nasıl bu küçük kafaya sığacak?” Oyun Şermola’yla başladı demiştik. Kişilik, anlatım, gerçeğe yaklışım ve bire bir psikolojik etki ve aktarım. Oyunda epik kurgu olmakla birlikte yukarda da dediğimiz gibi absürd tiyatronun izlerini daha çok taşıyordu. Yeniye, güzele Kürt tiyatrosuyla yolculuk başladı. Kimse dışarda kalmasın!

Özgür Politika

5 Temmuz 2011 Salı

Medyanın dayanılmaz hafifliği ve hortum sülo! (Gecmise yolculuk! Özgür Politika 16.07.2000 )



Tarlabaşı Bulvarı’nda bulunan, ve her cuma gittiği Ağa Camii’nde, cuma namazlarında bile adam okşamayı iş edinen hortum sülo’yu çamaşır suyu bile temizleyemez.

DURSUN KAZAN

Nam-ı diğer hortum sülo’yla ilgili röportajı 3 gündür  yayınlayan Sabah Gazetesi ve Bozacı Vardar(!) bu işi ilk kez yapmıyor. Daha önce de yargısız infaz memuru(!) Mete Altan’ı da aklamaya çalışan röportajlar yayınlayan Bozacı Vardar Ahmet, o zamanlar aslında Mete Altan’ın kimseyi yargısız infaza kurban etmediğini, gencecik insanlar kendilerinin kurşunların üzerine atladığını, bu yüzden de öldüklerini, işkence denilen şeyi ise hiç yapmadığını, bunların da bir iftira ve karalamadan ibaret olduğunu, hatta cunta başı netekim paşanın(!) verdiği ödülü arkadaşları işkence davasında yargılanırken kabul etmediğini utanarak da olsa yazıp çizmişti. Şimdi de CNN Türk’de, gözaltına alınan insanlara işkence yaparken çekilen görüntüleri yayınlandık sonra, bir anda şöhreti yakalayan işkenceci hortum sülo (Mağdurları nezdinde zaten şöhretli bir kişiliğe sahipti. Görüntüye gerek yok.) aklama çalışmalarına hız verdi. Bu yetmemiş olmalı ki Beyoğlu’na çıkıp bir de anket çalışması yapıp, imzalı resim dağıtan bozacılıktan emekli, işkencecileri koruma derneği üyesi Vardar Ahmet(!), hordum sülo’nun Beyoğlu esnafı ve halkı tarafından ne kadar çok sevildiğini kanıtlama çabası ve uğraşı içinde. Eski dostu için kendini paralayan, bu kerameti kendinden makbul Gazeteci(!) Vardar Ahmet. Öyle sanıyorumki Vardar Ahmet’in her gün milletin ensesinde boza pişiren, “oraya gelirsem enseni patlatırım” demeleri yetmemiş olcak ki kendine ek işler almaya başlamış. Çiçek pasajında milletin çanına ot tıkadıkdan sonra oturup hortum sülo’yu seviyoruz kampanyaları düzenleyen, röportaj yaptığı insanlara aslında o Emniyet Müdürü olmalı dedirten Vardar Ahmet. Böylesi bir röportajı yayınlayan Sabah Gazetesi’nin bu duruma çanak tutması basın ahlakı, etik değerler açısından da önemli ve çarpıcı bir durumdur. İşkence yapmanın aslında bir zorunluluktan kaynaklandığını ifade eden sayın Vardar, “Ne yapsınlar, polis suçluyu yakalıyor, suçlu konuşmuyor, ne yapabilirler, yakaladığı insanları biraz hırpalıyorlar (sadece hortumla ıslatıyor o kadar) ve ancak konuşturabiliyorlar. Başka bir seçenekde yok” mantığı içinde ele alan Vardar, eski dostunu cansiperhane savunabiliyor. Helal olsun, dost dediğin böyle olur. İşkencenin savunulabilir hiçbir haklı nedeni olamaz. Taksim ve çevresinde yaptığı röportajlarda, hortum’un taksim ve beyoğlu halkı tarafın sevildiğini söylemek kadar yalan ve asparagas habercilik olamaz diyemiyoruz. Herhalde yılların polis gazetecisi yalan yazmaz(!). Hortum Sülo’nun da dediği gibi çok çalışanın çok hatası olur. Hatta küçük bir anekdot; Tarlabaşı Bulvarı’nda bulunan, ve her cuma gittiği Ağa Camii’nde, cuma namazlarında bile adam okşamayı iş edinen hortum sülo’yu çamaşır suyu bile temizleyemez. O zaten işkence yapmayı sevmez, sadece insanları hortumla okşarken, dozu biraz kaçırmış olabilir. Vardar Ahmet’in de röportajında bahse konu olan “dayak cenetten çıkma” sözünü tartışmak bile istemiyoruz. Çünkü Padişah Abdülhamit’in işkenceci başı 7-8 Hasan Paşa’nın torunları olmanın hakkını veriyorlar. Röportajında seyrettiği ilk işkenceyi de anlatan  Vardar Ahmet, kişiliği konusunda bizi epeyce bilgilendirdiğini bilmem söylemeye gerek varmı?

Özgür Politika 16.07.2000

4 Temmuz 2011 Pazartesi

‘KÖR OLDUM’

Cemal Süreya, ‘Sizin hiç babanız öldü mü’ der. Peki sizin hiç dostlarınız öldü mü? Benim dostlarım öldü, ‘kör oldum’. Yedi yıl oldu dostlarımı kaybedeli, yedi koca yıl önce bugün Sivas’da dostlarımızı yitirdik. Onlar insandı, dostdu, arkadaşdı, bir grup insancıklar tarafından vahşice yakıldılar. Devlet de katillere kol kanat gerdi. Öyle ya olayda tahrik vardı(!). Oysaki tahrik kavramı, olsa olsa ilkel insan kişiliğine uygun düşebilirdi. Devlet yine aynı oyunu sahneliyordu, sahne aynıydı, oyuncular da aynı, sadece istenilen yine Alevi-Sünni çatışması hedeflenmişti. Ancak oyun tutmamış, üstüne üstlük kontr-gerilla Başbağlar katliamını gerçekleştirerek, provokasyona Kürt hareketini de çekmek istemişti. Başbağlar provokasyonu sonucu tutuklanan yurtsever Kürt köylüleri, devlet tarafından serbest bırakılmak zorunda kalındı. Provokasyon tutmadı, onlar mayayı çalmışlardı, ya tutarsa üzerine oturmak istenmişti. Ama olmadı.
Sivas katliamı sonrasında, hayatımın en kalabalık kitle gösterisine tanık olmuştum. İkiyüzbin insan, ikiyüzbin yürek aynı anda haykırıyordu sloganını, yer gök sarsılıyor(muy)du. “Susma sustukca sıra sana gelecek.” Sıra tek tek geliyordu, Gazi Mahallesi’ne de geldi. Yetmedi, “ya sev ya terket” de geldi, biz hala sıra sana gelecek derken, iktidara geldiler ve devlet suçluları hala yargılıyor. Mahkeme kararı veriyor, verilen idam (İdam cezasına karşı olduğumu belirteyim, çünkü idam cezasının caydırıcılığının olduğuna inanmıyorum) kararları, her seferinde Yargıtay tarafından bozuluyordu. Gerici güçler bu süreçten karlı çıkmışlardı. Dostlarımı kaybetmiştim. Bilememiştim, iki yıl sonra Gazi Mahallesi’nde bir başka biçimde de olsa, ikinci kez dostlarımı kaybedecektim. Gerçek katiller yine yakalanamayacak, ellerini kollarını sallayarak gezecekti. Bu cinayetler ilk değildi, geçmişte Maraş’da, Sivas’da, Çorum’da yapılanların bir başka biçimde hayata geçirilişiydi. Sivas, ikinci kez bu biçimde gündeme geliyor (getiriliyordu). Madımak Oteli’nin yakılması ile burada bulunan aydınların hepsinin öldürülmesi hedeflenmişti. Kısmen de olsa başarılı oldular. Behçet Aysan, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci ve arkadaşları, çıkarılan provokasyonlar sonucu gericiler tarfından katledildiler. “Kör oldum!” Ölümün bu kadar kalleşce olacağı hiç aklıma gelmemişti. Herşey olabilirdi ama böylesini beklemiyordum. Nasıl bir provokasyondu ki, insanlar kitleler halinde otele saldırıp, insanları diri diri yakmak istemişlerdi, bir türlü aklım almıyordu. İnsanların bu kadar barbarlaşabileceğini bir türlü kabullenemiyordum. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, kabullenmek de istemiyordum böylesi bir ölümü. Hem Gazi, hem Sivas provokasyonu, Türk tarihine kara bir leke olarak geçiyordu. Bir çok yere anında müdahale etmekle övünen TC (!), nedense ancak olaylar bittikten sonra girebilmişti olay yerine. İki günlük sokağa çıkma yasağı ilan etmesi, toplumsal tepkinin önünü kesmek için koyulmuştu. Yoksa  olayları bitirmek için değil. Zaten olaylar bitmişti, provokasyon istenilen sonucu vermemiş  olmalıydı ki, devlet başka oyunlar peşindeydi ve sonuç almak istiyordu .
Görgü tanıkları başka şeyler anlatıyor, devlet ise başka şeylerden bahsediyordu. İnanmak istiyorduk ama inandırıcı şeyler söylenmiyordu. Dolayısıyla  yedi yıl sonra, Sivas’daki dostlar yüreğimizde kanayan bir yara olarak varlığını koruyor... “Sizin hiç babanız / öldü mü / benim öldü / kör oldum”( C. Süreya). Bizim dostlarımız yedi yıl önce öldürüldü, toplum olarak kör olduk, sağır olduk; her halde, biraz da vurdum duymaz olduk. Görmek istemediklerimiz gelip bizi her seferinde vurdu.
“Varlığımızla yaşadı, çoğaldı bu toprak. Sahte ışıkların altında, bir hiç gibi göründü bunca zaman bizlere. Gözlerimiz uzak okyanuslar düşler oldu. Ve ışıklarınız şeytanların hileli okyanusuna uzanan nehir koları olup, kandırdı yol göstericiliğin uydurma güneşiyle bizleri. Kimliksizleştirdi. Ve şimdi yine suya döküldük. Sayımız yüz, beşyüz, bin, üçbin belki. Umutsuzluğun eşiğinde, doğal bir sürgün bizi Güneş Ülkesi’nden, ülkemizden koparıp uzaklaştıran.”
Özgür Politika gazetesi 03.07.2000

23 Haziran 2011 Perşembe

Alinti yazi Haram zade Oya Eronat

TAYLAN ESMER - ANFAnaliz / 09:40 / 23 Haziran 2011
AMED - Kürtlerin tüm zorlamalara rağmen bir mühendislik harikası olarak sandık sandık planlama yaparak Diyarbakır'dan 6 bağımsız milletvekili çıkarması ve ilk günlerde bunun yaşanan sevinci YSK kararı ile kursaklarında kaldı.

YSK kararının yarattığı öfke bir yana, herhalde Kürtlerin tarihe bir not düşerek unutmayacağı bir şey de Hatip Dicle'nin gece yarısı YSK tarafından milletvekilliğinin iptal edildiğini açıklaması ardından, dün adliye mesaisi başlar başlamaz avukatı aracılığı ile İl Seçim Kurulu'na başvurarak Hatip Dicle yerine milletvekili mazbatasını alan Oya Eronat'ın yaptığı densizlik oldu.

Oya Eronat'ın ismi 3 Ocak 2008 tarihinde Diyarbakır'da yaşanan patlamada oğlu Eren Şahin'i kaybetmesi sonrasında duyduğumuz bir isim.

Tüm Kürtlerin kınadığı, PKK'nin bile kendi dışında gelişen bir olay olarak değerlendirip özür dilediği bir patlama sonrasında Diyarbakır'a gelen Başbakan Erdoğan'ın kendisini ziyaret etmesiyle basının gündemine gelen bir kadın Eronat.

Basının gündemine "Çocuğunu yitiren acılı bir anne olarak" olarak geldi.

Ölüm her zaman acıdır ve düştüğü yeri yakar. Özellikle de anneleri.

Gerilla, asker, polis, sivil fark etmez.

Ölümü en çok yaşayan annelerdir çünkü.

OĞLUNU BIRAKIP GİDEN BİR ANNE

Acılı bir anne ve oğlu ile soyadının farklı olması nedeniyle, merak edip bu kadını sorduk o tarihte. Kimdir, necidir diye.

Ankara'da yaşıyordu o tarihte ve şimdi de Ankara'da yaşıyor.

Oğlunun Diyarbakır'da, annesinin ondan ayrı Ankara'da yaşaması garip geldi bize.

Biraz soruşturunca, oğlunu terk ederek ayrı yaşadığını, oğluna baba annesinin baktığını öğrendik.

Yani oğlunu bırakıp giden bir anne.

Oğlu ölünce de kameralar karşısına çıkıp cenazesinde boy gösteren, orta vadede bundan 'vekillik rantı' sağlayan bir anne...!

AKP, oğlunun ölümü üzerine ona bir görev vererek Diyarbakır'dan 6. sıra milletvekili adayı gösterdi. Aday gösterildikten sonra bir yandaş medyaya verdiği demecinde Diyarbakır halkının kendisini iyi tanıdığını, halka hizmeti görev bildiğini, AKP Yenişehir İlçesi'nde 'Tanıtım ve Medya Başkanlığı' görevini yürüttüğünü anlattı.

AKP Yenişehir İlçesi teşkilatını biliriz. Yenişehir semtinde oto galericilerinin bulunduğu cadde üzerinde kiralanmış bir dükkan. Seçim falan olmazsa, "in-cin top oynuyor" misali sıradan bir parti bürosu yani.

Hiç karşılaşmadık. Karşılaşsaydık soracaktık.

Bu Tanıtım ve Medya Başkanlığı görevinizi kaç kişi biliyor? Diyarbakır sizi nasıl iyi tanıyor? Kaç mahallesini, kaç Küçe'sini bilirsiniz? Ben u Sen'den Fiskaya'ya nasıl gidilir? Kaç yıldır Diyarbakır'dan uzak yaşıyorsunuz? Oğlunuz neden baba annesinde kalıyordu? Ama tanışmak ve sormak nasip olmadı.

BU ACELENİZ NİYE

Oya Eronat'ın ismini en son olarak dün duyduk. Oya hanım, YSK önceki gece geç saatlerde Hatip Dicle'nin milletvekilliğini düşürmesi ardından, dün mesai başlar başlamaz Ankara'da yaşadığı için kendisi değil avukatını göndererek Diyarbakır İl Seçim Kurulu'ndan mazbatasını aldı.

Yani sormak lazım Oya Eronat, bu aceleniz niye. Mal bulmuş mağribi gibi, densiz bir hırsız gibi bu çabukluk niye. Tek bir oyunu bile hak etmediğiniz milletvekilliği için bu sabırsız iştahınız niye?

Zerresini hak etmediğiniz bu vekillik için mesai başlar başlamaz avukatınız aracılığı ile mazbatanızı almayı neye yormak lazım?

Kimin malını kimden kaçırıyorsunuz.

Hatip Dicle Diyarbakır'da 80'bine yakın oy almış, halkın gönlüne taht kurmuş bir Amed'li.

Siz kimsiniz?

AKP adına meydanlara çıksaydınız, halk size kaç oy verirdi bunu hiç düşündünüz mü?

İNSAN BİRAZ UTANIR, SIKILIR, BU AÇ GÖZLÜLÜK NİYE

Oğlunuzun kanı üzerinden aldığınız daha doğrusu çaldığınız bir ranttır bu unutmayın.

Ne meclise, ne Diyarbakır'a, ne Türkiye'ye ne de hemcinslerinize layıksınız.

İnsan biraz utanır, sıkılır. Bu aç gözlülük niye?

Biraz bekleseydiniz. Hak etmediğiniz kişinin yerine meclise gitme planı yaparken bu acele niye. Kaçıyormuydu o hak etmediğiniz vekillik mazbatası. Kaç gün sonra yine alırdınız, ayakları yok ki mazabatanın kaçsın.

Türkiye burası. YSK, halen resmen milletvekili olan Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel gibilerinin de içinde bulunduğu milletvekili yapanların adaylıklarını reddeder seçimlerden önce. Bismil'de bir gencin kurban verilmesi, Kürt illerinde yaşanan protesto gösterilerinde onlarca kişinin yaralanması, yüzlercesinin tutuklanması sonucunda yaşanan çığ gibi tepkileri üzerine de tükürdüğünü yalayarak adaylıklarını onaylar.

Seçilince de yine bir punduna getirip Osmanlı oyunu ile vekilliğini elinden alır Hatip Dicle gibi. Hukuk mumuk hak getire yani.

HUKUK VE ADALET YOK

Hukuk ve adalet yok bunu iyi bilin. Ki, hukuk ve adalet olsaydı siz tek oyunu bile hak etmediğiniz halde gideceğiniz meclis için şimdiden Tayyör diktirmezdiniz.

Hatip Dicle'nin her isminin geçtiği haber bülteni, gazete yada dergi sayfası gördüğünüzde, Hatip Dicle'nin her fotoğrafını gazetelerde gördüğünüzde, 'bu vekillik benim hakkımdı' diyebilecek misiniz?

Ya da Hatip Dicle'nin ismini duyduğunuzda o gün yediğiniz ekmeğin, içtiğiniz suyun parasını hak etmediğiniz milletvekili maaşıyla aldığınızı düşünerek bir haramzade olduğunuzu düşünecek misiniz sayın "Vekilim"?

Popüler Yayınlar